31 Aralık 2010 Cuma

Dailymile


Dailymile’dan ilk kez, bundan yaklaşık 4,5 ay önce facebookta, arkadaşlarımın duvarlarına yazılan yazıları okurken haberdar oluyorum. Üyelerinin koşu, yüzme, bisiklet ya da ağırlık çalışmalarını yüklediği bu site, bir zamanların acayip becerikli scuba dalgıcı olarak bana, dalışlarımızın derinliği ve süresinin yanı sıra, suyun sıcaklığı, giydiğimiz kıyafet ve dalış süresince gördüklerimiz gibi detayları da not edebildiğimiz dalış logbook larımızı anımsatıyor.

Garmin imin henüz olmadığı o zamanlar, tüm spor aktivitelerimi kaydedebileceğim ve hepsini günlük, haftalık ya da aylık olarak bir seferde görebileceğim bir sitenin olması beni çok heyecanlandırıyor. Bir süre için sadece Dailymile'a bir şeyler kaydedebilmek için aktivitelerimi hızlandırdığımı hatırlıyorum. Koştuğunuz ya da bisiklete bindiğiniz parkuru haritada işaretlediğinizde mesafeniz ve hızınız otomatik olarak hesaplanıyor.


Aynı Facebook ta olduğu gibi Dailymile’da da arkadaş listeniz var. Facebokta ortak paydanız olmayıp da sırf tanıdığınız için listenizde bulunan onlarca insana karşılık, Dailymile da arkadaş listeniz hiç tanışmadığınız ama en azından bir ortak yönünüzün olduğu kişilerden oluşuyor. Canınız hiç koşmak istemiyorken başkalarının aktivitelerini görüp motive olabiliyorsunuz. Onlara yorumlar gönderip, kendi yapmış olduğunuz antrenmanlar için motive edici yorumlar alabiliyorsunuz.

Herkesin Dailymile ı kullanmak için başka başka sebepleri olduğuna inanıyorum. Dailymile ı sosyal paylaşım sitesinden çok logbook olarak gören benim için yorum kısmı çok önem taşımazken, kimileri tüm hayatını bunun üzerine kurmuş görünüyor.


Dailymile’ın en çok hoşuma giden özeliklerden biri de “Challenges” kısmı. Üyelerin kurmuş olduğu gruplara katılarak hem kendinzle hem de diğer katılımcılarla tatlı bir rekabete girmeniz mümkün. İlk üye olduğumda “85 miles in October” a üye olmuştum. Bu etkinliğin motivasyonu ile Ekim ayında 202 km koşmuşum. 2011 için daha uzun süreli bir etkinliğe katılmış olduğumu ise geçen gün farkettim: “most miles in 2011” yeni yılın henüz 3. gününde ben henüz 19.km yi kaydetmişken birçokları 30.km leri geride bırakmış. Birkaç ay sonra arada ki farkın nerelere varacağını tahmin bile edemiyorum :)

14 Aralık 2010 Salı

Alçım Çıkıyor

Dokuz Eylül'ün acilinde yapılan alçıda kolumdaki acı yüzünden kolumu dik tutmakta zorlanıyorum. Her ne kadar doktorun zoru ile bağır çağır dik açı sağlansa da alçı kuruyuncaya kadar dirseğimi oynatıp oynatmadığımdan emin değilim. Alçı kuruduktan sonra uzman doktorun görmesi gerekiyor deniyor ama ilgili doktorun girmiş olduğu ameliyat uzun sürünce 3 gün sonraki kontrole güvenerek eve dönüyorum.

3 gün sonra üzerindeki beyaz önlük sebebiyle doktor olduğunu umduğum kişi kolumu ve dolayısıyla alçımı, tamamen örten poları bile çıkarttırmadan yuvarlak alçıya alalım diyerek beni karşı odaya gönderiyor. Alçım çıkarılıyor ve o halde alçı malzemesi almak üzere üst kata gönderiliyorum. Malzeme odasını bulabilmek için alçısı çıkartılmış kırık kolumla 20 dakika kadar iki kat arasında gidip gelmem gerekiyor. Geri döndüğümde alçı odası epey kalabalıklaşmış. Bakıyorlar ki bekleyen çok, önlüğü olmadığından görevini tam olarak anlayamadığım biri, üzerinde kahverengi pantolonu, ayağında terliğiyle bana bakıp “şunun kini de ben yapıverem” diyor ve uzatmam için sağ kolumu işaret ediyor. Güven verici(!) O değil sol kolum diyorum ve alçım ben kolumu nasıl uzattımsa o şekilde yapılıyor.

Acilde 3-4 hafta olarak belirlenen alçı süresi o gün 10 haftaya çıkıyor. 3 gün önce nasıl kırıldığına inanmadıysam bu seferde 10 haftalık süreye inanmıyorum.

Ailemin kolumun kırıldığından 2 gün sonra İngiltere’ye gittiğimde haberi oluyor. Bundan sonra olaylar tam tahmin ettiğim gibi gelişiyor: Annem Dokuz Eylül acilinden bütün bir gününü harcamak suretiyle filmlerin CD sini alıyor. Tanıdığı bütün ortopedistlere danışıp bununla yetinmeyince, beyin cerrahı, ürolog fark etmeksizin, bütün doktor arkadaşlarını da arayıp onların önerdiği ortopedistlerden de randevu alıyor. Benim CD İzmir’in tüm ortopedistleri arasında el el geziyor. Bu arada saçımı nasıl yıkayacağım, nasıl tarayacağım, günlük ihtiyaçlarımı nasıl karşılayacağım konusunda telefon, sms ve msn yolu ile İngiltere’ye her gün düzenli talimatlar geliyor.

Her bisikletçinin hayatı boyunca en az bir kez, havada taklalar attığı halde, sıyrık sahibi dahi olmadan atlattığı mazgal kazasından dirseğimde kırıkla çıkmamın üzerinden üç hafta geçiyor. Annemle doktora gitmeye karar veriyoruz. Yok hayır, biz değil, annem karar veriyor. Vapurda yan yana oturuyoruz:

-          Çok kurumuş dudakların bir krem sürseydin
-          Gerek yok anne
Bir kaç saniye geçiyor
-          Bir ruj falan yok muydu yanında, çok kötü görünüyor.
-          Ben ruj sürmüyorum anne, gerek yok
Bu sefer daha uzun dayanıyor, 10 saniye kadar oldu:
-          Ben sana ruj vermiştim, nerede o, yanında değil mi?
-          Yanımda değil, ofiste bıraktım ben onu
İkinci on saniye:
-          Krem bırakmıştım ben evine, onu sürseydin bari evden çıkarken
      -       Anne yeter artık.
Yine on saniye:
-          Benim yanımda ruj var vereyim sana onu sür.
-          Hayır anne gerek yok
-          Rengi açık ama bak ceketinin renginde.
Ceketim bej, insan soğuktan beyazlaşmış dudağını kamufle etmek için neden bej rengi bir ruj sürsün ki?
-          5 oldu anne, daha ne kadar devam edeceksin?
Susuyor ama sadece kısa bir süre için olduğunu ben biliyorum. Nitekim:
-          Doktora gidince ağzımız bir olsun, 3 hafta oldu de.
-          Anne zaten 3 hafta oldu, ayrıca neden ağzımız bir olsun? Sen konuşmayacaksın ki, sana soru sormayacak kimse.
Tamam diyor susuyor ama sadece saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa bir süre dayanabiliyor.
-          Onu diyelim, bunu da diyelim…
-          Anne sen bir şey demeyeceksin, kol benim, kırık benim, hatta sen odaya bile girmeyeceksin.
Oyundan dışlanan çocuklar gibi, içerliyor eminim. Beni hala 12 yaşında sanıyor olabilir mi? Kısa süreli hafızayı yitirip, çoook uzun geçmişi hatırlamak dedikleri böyle bir şey mi?

Gazi Hastanesinde yeni film çekiliyor, doktor alçımı çıkarıyor ama annemin içine bir kurt düşüyor çünkü sırada bekleyen 8 kişinin içinde benden başka bu doktorun hastası yok. Doğal olarak kendi doktorlarının daha iyi olduğunu söylüyorlar anneme. O kadar evham yapıyor ki sonunda bisiklet grubundan tanıdığım ortopedist arkadaşımı arıyorum. Beni filmlerle birlikte Tepecik Hastanesine çağırıyor.

Gider gitmez odasını bulmak için telefonla arıyorum, telefonu meşgul. Bütün hastaneyi gezdikten sonra danışmaya ortopedi polikliniğini soruyorum. Orada da yarım saat kadar telefonla arayıp ulaşamadıktan sonra yine danışmaya sorarak odasını buluyorum. Yanımda getirdiğim CD yi ortopedi polikliniğinde açamayınca beni elime Demet Hanıma yazılmış bir pusula ile röntgen bölümüne gönderiyor. Eliyle de camdan ana binayı işaret ederek "karşıda ki binaya gideceksin" diyor. Ahmet'in telefon konuşmasının bitmesini beklerken orada çok vakit geçirdim. Konuya fazlasıyla hakimim, yine de emin olmak için "ana binaya mı?" diye soruyorum, "evet" diyor. Ana binanın giriş kapısı dediği gibi tam karşıda değil. Binaya giriyorum, içinde dört dönüyorum ama Demet Hanımın kim olduğunu bilen yok. Uzun çabalar sonunda kim olduğu bulunuyor, CD açılıyor. Dr. Ahmet Kaya da oraya gelip kırığın filmini gördükten sonra kolumu tekrar muayene ediyor. Kolumu masaya koyup açmaya çalışıyorum. Dümdüz açamadığımı görünce “bak, adale sert” diyor. Havaya giriyorum, o benim biceps im diye. Ahmet, cevap vermeye tenezzül etmeden, kırık kolumu diğer kolumla karşılaştırınca sevincim uzun sürmüyor. Tamam anladık, adale sertmiş.

İşimiz bitince odasına gitmek üzere Dr. Ahmet Kaya ile beraber çıkıyoruz binadan. Benim geldiğimden tamamen farklı bir kapı ve B blok tam karşımızda!
- Aa! ne kadar yakınmış, ben diğer girişe gittim, o yüzden Demet Hanımı bulmam bu kadar uzun sürdü.
Anlayışla gülümsüyor,
- Hıı evet, hastalar salak oluyor biraz
- ?!!!!


6 Aralık 2010 Pazartesi

Bisiklet Kazası

Bayramın ilk günü hariç bütün tatili İzmir’de geçirdim. İki kere uzun mesafe koştum, yeni bir ağırlık programına başladım, bol bol yüzdüm, uzun zamandır ihmal ettiğim karın egzersizlerine tekrar başladım ve tatilin son gününü bisiklet turuna ayırdım.

Cumartesi akşam bisiklet grubuyla bayramlaşma yemeği için seyrekteyim. Görme özürlü bir müzik grubunun meydanda verdiği konser bizi, bisiklet grubunun sokak ortasında ki dans gösterisi köyün yerlisini eğlendiriyor. Gecenin sonunda herkes birbirine düşme anılarını anlatıyor. Benim pek düşme anım yok, o yüzden sessizce dinliyorum. Birinciliği ise bisikletle mazgala girip havada takla atarak sırt üstü yere düşen Gülsün hanıma veriyorum.

Herkes çok içmiş olmalı, Pazar sabahı bostanlıdan vapura binen tek bisikletçi benim. Konakta bekleyenlerin olduğunu görmek içime su serpiyor. Üçkuyular feribot iskelesine geldiğimizde her zaman kullandığımız, arabaların hızlı geçtiği, kavşaklarda ışığa riayet etmediği servis yolu yerine bahçeler arasından devam etmeye karar veriyoruz.

Çok düşük bir hızda sahilevlerinde ilerliyoruz. Öndekiler “mazgal, çapraz geçin” diye sesleniyor. Küçük mazgallar yol kenarında yola paralel şekilde diziliyor İzmir’de. İşçisinden belediye başkanına kadar baktığınızda, beyni bu mazgalları yola dik koymanın gerekliliğini kavrayacak büyüklüğe ulaşmış bir merci yok. O yüzden, son anda fark ettiği mazgala lastiği sıkışıp düşen bisikletçilerin haddi hesabı da yok. Ama narlıdere belediyesi yolu bir baştan diğer başa kaplayan ve 3mt devam eden mazgalıyla bu konuda bir ilke imza atıyor.

Sesi duyduğumda arkadan gelen araba olup olmadığını kontrol etmek için geç kaldığımı fark ediyorum. Yolun ortasına doğru gitmektense kaldırıma doğru çapraz gitmeye karar veriyorum ama kaldırımla aramda ki 50cm 3mt uzunluğunda ki mazgalı geçmeme yetmiyor. Gidonu çok hızlı bir şekilde ters yöne kırarsam hem kaldırıma çarpmaktan hem de mazgala sıkışmaktan kurtulurum sanıyorum ama yok, öyle bir şey olmuyor. Ön tekerleği seyrediyorum. Mazgala giriyor, mazgalın bittiği yere kadar sürükleniyor. Burası bisiklete temas ettiğm son nokta, bundan sonra bana eşlik etmeyecek. At tepmiş gibi öne savruluyorum. Gülsün hanımın ki gibi taklalı bir performans bekliyorum ama anlaşılan o kadar hızlı değilim. Taytım seleye takılıyor. Popomda hissettiğim soğuktan taytımın bu uçuşta benle olmayacağını fark ediyorum. Arkamda kaç kişi var? Sadece bisikletliler mi? Araba? Havadayım, taytsızım, allahım g-string, yere varmak üzereyim, düştüğümde manzara bu olmamalı!

Yere düşer düşmez sağ kalçamın üzerine dönüyorum. Önümden Tolga geçiyor, sağ kilidi çıkarırken iyi misin diye soruyor. Kitli pedala bu gün geçti, herkes ne zaman düşeceğini merak ediyor. Onun yerine ben düştüm diye düşünürken tolga henüz çıkaramadığı sol kilit yüzünden soluna devriliyor. Karşılıklı kahkaha atmaya başlıyoruz. Kalkıyorum, her zaman ki düşme acısı değişik bir şey yok. Kan sadece dirseğimde var. O yüzden tüm ilgi asfaltın derisini yüzdüğü sağ dirseğimde ama benim sol kolum acıyor. İçim çekiliyor, ayakta duramıyorum, oturmak istiyorum. Ayakta durmamı engelleyecek bir bacak ağrım olmadığını fark edince oturmak saçma görünüyor gözüme. Bisiklete binip 500mt ilerde ki kahvede mola veriyoruz. Patlak bir lastik var, kahvaltı edenler var. Ben de buz koyuyorum ağrıyan yerlere. 20 dakika sonra tekrar yola çıkıyoruz. Seviniyorum, çok açım…

Güzelbahçedeki börekçide verdiğimiz 30dakikalık molanın ardından dirseğim daha çok ağrımaya başlıyor. Urlaya giderek artan bu ağrı ile varacağım. Sağ fren zayıf, parmaklarımı oynatamadığımdan sol freni sıkamıyorum. Bisikletle birilerinin üzerine çıkmadan bitse şu işkence… Bisikletin ilk hareket anında koluma yüklenmek zorunda kaldığımdan durmak istemiyorum. Bu mümkün görünmüyor, her yokuşun tepesinde bekliyorlar. Çeşme altı girişinde yine mola… “Hadi” diyor Yusuf Bey, yerimden kalkamadığımı görünce. “Gidemiyorum ki” diyorum. “Neden, yoruldun mu?” “Hayır, düştüm!”  kimseye çarpmadan ve devrilmeden merkeze geliyoruz, 1 saat mola. Tek elle 30km bisiklet binecek kadar iyi miydim ben?

Arkadaşım arıyor, düştüğümü söylüyorum. Geleyim diyor. İçime sinmiyor arabayla dönmek, yine de tamam diyorum. Yol kenarında ki kamyonda lokma dağıtıyorlar, yanımızda şambalici. Arkadaşım gelince balık yemeye gideriz diye plan yapıyorum. 1 saat önce börek yememiş miydim ben? Kol acısı herkes de bu kadar iştah açar mı?

Aç değil, balık programı suya düşüyor. Onun yerine Dokuz Eylüle gidiyoruz. Acilde karşıma çıkan her doktor parmağını dirseğime gömüyor. Ben böyle zulüm görmedim. Uzun uğraşlar sonunda dirseğimde kırık bulunuyor. Alçıya alacak doktor geliyor ama ben hala şüpheliyim, tekrar soruyorum bir yanlışlık olmasın diye. “Sen ciddiye almıyorsun ama şimdiden kayma var, alçı çıkınca ameliyat gerekebilir” diyor. İlk defa ciddiye alıyorum, sanırım gerçekten kırıldı. Kırdıktan sonra 30km daha bisiklet bindiğimi söylemiyorum.

Arkadaşım bütün pazarını bana ayırıyor, bana çok iyi bakıyor. Sevincim uzun sürmeyecek, iki hafta sonra bayramda onunla birlikte olmadığım için cezalandırıldığımı düşündüğünü öğreneceğim. O günkü sessiz görüntünün altında üzüntü değil, zalim bir keyif varmış meğer. Şaşırmıyorum. Bu, ben kürsüdeyken mutluluğuma ortak olup, ertesi gün arkadaşlarına herkese bir madalya dağıtıldığını söyleyerek dalga geçen kişi!

28 Kasım 2010 Pazar

Yüz Kızartıcı Otobüs Seyahati

Yıllardır ilk kez ne annemlerin ne de benim bayram için bir planımız var. Bunu fırsat bilip hiç değilse bayramın ilk gününü onlarla birlikte geçirmeye karar veriyorum. Babam zaten uzunca bir süredir çeşmede, evin kafamıza çökmek üzere olduğunu fark ettiği çatısını tamir ediyor.

Annemle saat 13.30da çeşme otobüslerinin kalktığı yerde buluşmak üzere anlaşıyoruz. Yarım saat erken varıyorum garaja, çeşme otobüsünün karşısında ki banka oturup annemi arıyorum. “Feribottayım, şimdi iniyorum sen bileti al” diyor. Oradan garaja yürümek normal bir insan için 15 dakika, anneme 20 dakika veriyorum. Otobüsün 13.30da kalkacağını söylüyor bilet kesen adam. Harika. Bileti aldıktan sonra annemi tekrar arıyorum, haber vermek için. Açmıyor. Bir dakika içinde 3 kere daha arıyorum, yürümesi gereken yolda hızlı bir trafik var, duymaması normal. dördüncüde açıp fısıldıyor “otobüsteyim, geliyorum”. Uçaklarda bile artık telefonun kullanılabileceği teknolojiye kavuştuğumuz dönemde bir tek İzmir'in belediye otobüslerindeki elektronik donanım okyanus aşan yolcu uçaklarından daha hassas.

Yürüse 20 dakika, demek ki 5 dakika sonra burada olacak. Saat 13.15. Çantayı otobüse koyup tekrar aşağı iniyorum. Muavin mi, şoför mü, değnekçi mi bilemediğim biri eliyle beni işaret ediyor,
- Neden indiniz?
- Aşağıda bekleyeceğim
- Kalkıyor otobüs
- Bir yolcu gelecek...

Muavin mi, şoför mü, değnekçi mi bilemediğim bir başkası yanıma gelip “doldu otobüs, kalkacak” diyor, “kalkamaz 13.30 otobüsü, daha 10 dakikası var”. Burnuma dayadığı saatine bakıyorum, iki dakika ileri, ona göre sadece sekiz dakika var. “Tamam işte, var daha” diyorum omuz silkerek ve mümkün olduğunca, içi 44 adet sabırsız yolcu ile dolu otobüsten tarafa dönmemeye çalışıyorum. Tansiyon yükseliyor ama sorun yok, annem varmak üzere olmalı.15 dakika yürüme mesafesi için kim 20 dakika sürecek bir otobüs yolculuğunu tercih eder?

Çeşme otobüs işletmesi burada tekel. Alternatifi olmadığı için herkesi canından bezdirmiş durumda. Bilet kesmez, beklemez, dilediği fiyatı uygular ve yolculara hoyratça davranır. Benim tek avantajım elimde, üzerinde 13.30 yazan biletimin olması. Yoksa gözümün yaşına bakmaz, basıp giderler. Tartışma bu sırada tam gaz devam ediyor:
- Madem yolcu burada değil, niye bilet alıyorsunuz ki? Dolu otobüs boşuna bekliyor.
- Siz bana 13.30 otobüsü ama dolarsa erken kalkar dediniz mi? Ben biletimi 13.30 otobüsü diye aldım, dolunca kalkar deseydiniz almazdım.
- Siz, yolcum burada değil dediniz mi?
- Siz, yolcun burada mı diye sordunuz mu?

Başka biri “nereden geliyor yolcu” diye soruyor, “feribottan indi” diyorum ama ineli 15 dakika olduğunu söylemeye fırsat kalmadan öfkeli sesi yükseliyor “burada olmayan yolcu için bilet almayın kardeşim, bak 40 tane yolcu sizi bekliyor” . Eyvah! Yolcu desteğini arkasına alırsa, ezer beni bunlar. Etraftaki insanlar bize bakmaya başlayınca niyetinin tam olarak da bu olduğunu anlıyorum. Sindirme politikası!

İşaret parmağımı adamın suratının ortasına doğrultup sallayarak, aynı strateji ile saldırıya hazırlanıyorum. “hem haksızsınız, hem üste çıkmaya çalışıyorsunuz. Ben size kaç otobüsü diye sordum 13.30 dediniz, dolunca kalkacak demediniz. Bu otobüs 13.30dan önce kalkmayacak, o saate kadar beklemek zorundasınız.” Sesim cümlenin sonuna doğru daha da yükseliyor, son kelimelerde tiz sesim kulaklarımda çınlıyor. Utanç içindeyim, ben bu değilim. Ama bu otobüsü bekletmek ve insanların üstüme gelmesini engellemek istiyorsam başka şansım yok. Otobüsün içinde ki yolcular Garfield gibi cama yapışıyor, dışarıda bekleyenler ise bu manzarayı seyretmek ya da sebebini anlamak için otobüsün ön tarafına doğru ilerliyor. Ateş bastı, kulağımın kırmızısını görmesem de hissedebiliyorum. Performansım hatırı sayılır olmalı ki diğer adam “tamam boş ver” diyor. Belki cümlesini, duyamayacağım şekilde “boş ver çirkef karıyı, uğraşma” diye tamamlamıştır. Olsun, geri çekiliyorlar, zafer benim.

Annem 3 dakika içinde gelmezse otobüs kalkacak, haklıyken haksız duruma geçeceğim. Çantam içeride olmasaydı keşke, onu almak için otobüse bindiğimde yolcuların ayağa kalkarak beni yuhalayacağını gözümün önüne getiriyorum, yine kızarıyorum.

Bu arada annem gelmiş beni arıyor. Bu otobüs kalkıyor, kenarda bekleyin diyorlar. Benim kızım bilet alacaktı diyen anneme tereddütsüz beni gösteriyorlar. Hiç, "nerede kaldın? bütün otobüs seni bekliyor" diye çıkışmadan annemi alıp otobüse biniyorum kafamı kaldırmadan. Önce yeri beğenmiyor, başka yer yok muydu diye bakınıyor “bakma sağına soluna, atacaklar şimdi bizi otobüsten” deyip itiveriyorum boş koltuğa. 5 dakika sonra su dağıtıyor kısa süre önce parmağımı suratının orta yerine doğru salladığım adam. Annem “soğuk su yok muydu?" diye burnunu kıvırıyor bu seferde. Sanki 5 yıldızlı otele geldik! “yicen şimdi kafana suyu, iç işte şunu!”


15 Kasım 2010 Pazartesi

Kansız Biten Emiralem Turu

Bayram tatili uzun olacak. Tatilin ilk iki gününü koşu antrenmanları sebebiyle ara verdiğim bisiklet turlarına ayırıyorum. Grup ile saat 9.00 da buluşacağım ama ben sabahın 7.00 sinde uyanıyor, bu saatte ne işin var ayakta diye söylene söylene kalkıyorum yataktan. Kendimi oyalamak konusunda o kadar yaratıcıyım ki zamanında evden çıkamıyor, balkonda ıslak saçlarımı tararken bisiklet yolunda grubu görüyorum. Sonra ki 10 dakikayı, nasıl hazırlandığımı hatırlamıyorum. Ana yoldan basarken bir kamyon datdatlıyor bana. Eliyle önde ki bisikletçilerin gittiği yönü işaret ediyor, eksik olmasın. Hepsi ezecek değil ya, kimi insan bunların...

Kent hastanesinde yakalıyorum bizimkileri, ilk mola Ulukent girişinde. Her zaman ki gibi simitle kahvaltı yapmak yerine elmayı tercih ediyorum, Emiraleme vardığımızda karnım tok olmasın diye. Kimi kandırıyoruym ki ben? En son ne zaman bir elmayla yarım gün geçirebildim? Öğlen bile olmadan açım diye mızıklamaya başlıyorum. Köy yerinde şambalici, bisikletle cam arabanın etrafında dolanıyorum, yan gözle bakıyorum. Biri gık dese alıcam ama kimse oralı olmayınca ben de geri duruyorum. Sonunda paket yaptırmaya karar veriyorum:) Hıh, Paketmiş! adam daha kağıtları bölerken ben şambaliyi mideye indiriyorum "yok yok gitmez bu bisiklette, akar şerbeti" diye diye, doyarsam öğlen yemek yemeyiveririm tesellisiyle. Sokak şambalisi... çok şekerli, çok sert, muhtemelen çok da pis: nefis!

Emiralemin sulu yemek yapan yegane restoranında, yarım saat önce yediğim şambaliyi midem unutmadan sofraya kuruluyor, sanki günlerdir açlık çekiyormuşum gibi herkes ne isterse aynısından ben de istiyorum. Orta halli bir mide spazmından sonra İzmir'e doğru yola çıkıyoruz. Kaklıça gelmeden 200mt önce 3 yol ayrımında grup tamamlansın diye bekleniyor. Herkes yola tek sıra dizilmiş ama Figen her zaman ki vurdum duymazlığı ile tam olarak kavşağın merkezinde. Buraya kadar sorun yok. Karşıdan traktör geliyor, hareket yok. Traktör Figen'in 2mt dibinde korna çalıyor, Figen biskletini hafifçe yana eğiyor, geçsin diye. Adam bakıyor ki çare yok, iki teker tarlada sıyrılıyor bu kabustan. Ben traktör şöförüne empati yapıp kızsam mı, kendimi kendi halime bırakıp kahkahalarla gülsem mi bilemeden Günay Beyin fırçası Figen için geliyor. Bu vurdum duymazlık hali kendine güvenden mi? 2 ay öncesine kadar düz yolda bisikletten düşen biri için bu derece güvenden söz edilebilir mi?

2 kadın 6 kişi, köye girmeden Karşıyakaya devam etmek üzere gruptan ayrılıyoruz. Kaklıç yolunda iki sıra ilerlerken karşıdan gelen arabayı sollayan BMC kamyoneti görünce tek sıra oluyoruz hızımızı kesmeden. Umduğumuz gibi olmuyor, aracı sollamak üzere bizim şeride geçen BMC kamyonet orta yerde yolumuzu keserek duruveriyor. İlk birkaç kişi domino taşları gibi birbirinin üstüne yığılıyor. Arkadaki bir kaç kişi ise elini kaldırıp ne oluyor mahiyetinde işaret yapıyor. Biz hata onda diyoruz, o da bizde sanıyor olacak ki hesap sormak üzere yolun orta yerinde duruyor. Ben en önde ki domino taşlarından biriyim. Kavga çıkacağını anlayınca yardımcı kuvvet olarak bisikleti geri çeviriyorum. Sadece 50-60mt uzağındayım hadisenin. Bizim biskletçiler sayıca fazla ama şeklen yetersiz. Yeterince hızlanıp bisikletle adama dalarsam, o orasını burasını tutarken bizimkiler iki yumruk sallar, avantaj elde ederiz diye düşünüyorum. Manzaranın hiç de beklediğim gibi olmadığını fark etmem son hız giderken biraz zaman alıyor.

Kavga hali yok, bizim 4 erkek bisikletten inmiş kıpırtısız duruyor. Şu yerli dizi fragmanlarında her oyuncu farklı bir poz alır, o pozda donar ve aynı noktaya sabit bakar ya, aynen öyle. Bir kaç saniye içinde (daha kısa da olabilir) önce adamı görüyorum bizimkilere doğru yalpalayan, ardından elinde salladığı kasap bıçağını. Bizimkilerin neden durduğunu, yok hayır donduğunu anlıyorum. Adamın, katil bebek Chuckynin kileri andıran deli deli dönen gözlerine bakarak o bıçağı birine saplamasının an meselesi olduğunu da...

 Peki suçumuz ne? Bu düşünce beni daha da kızdırıyor. Aynı araçtan indiğini tahmin ettiğim başka biri bıçağı almak üzere hamle yapıyor. Cesareti ya bu tablodan ya da adamla aramda ki güvenli mesafeden alıyor olmalıyım ki "eşkiya gibi sokak ortasında bıçak çekmek ne demek, şikayet edelim şerefsizi" diye bağrınıyorum. Mehmet Bey aman üstüne gitmeyelim, kızdırmayalım diye ortalığı yatıştırma derdinde. Öfkemden o da payını alıyor. Mehmet Bey beni, diğer adam Chucky yi zaptetmeye çalışırken, ben "plakasını alın şunun" diye ortalığı inletirken, Tolga bisikletle son sürat aracın önüne geçiyor plakayı okuyabilmek için. Plakasının alınmasından hoşlanmayan adamın bıçak darbelerinden Tolga, Lance Armstrongvari hareketlerle sıyrılıyor. Neyse ki bıçak boyu yetersiz kalıyor kanlı bir sahne için.

Plakanın alınması, şikayet haberleri adamı yumuşatıyor. Ben bi hata yaptım siz etmeyin dediğini duyuyoruz az ilerde ki Jandarmaya doğru hızla ilerlerken. Şikayeti yaptıktanaz sonra Chucky nin elinde ki bıçağı alan adam bir araçtan inerek bizden onun adına özür diliyor tekrar. Sebebini 10 dakika sonra jandarma Tolgayı aradığında öğreniyoruz. Chucky bulunmuş "biz özür diledik hallettik" demişler. "Evet özür dilediler ama halletmedik" diyor Tolga, yola devam...

11 Kasım 2010 Perşembe

Yarış Sonrası

Atadan Anaya Saygı Koşusu, ödülü olmaması sebebiyle profesyonel koşucuların tercih etmediği, çoklukla her gün 3-5km jogging yapanların katıldığı bir halk koşusu. Amaç fazla kategori açmak sureti ile mümkün olduğunca çok katılımcıya dereceye girme şansı vererek insanları motive etmek ve spora teşvik etmek.

Hala son 4k yarışında aldığım birincilik madalyasını hazmedememiş bir şekilde dolanıyorum ortalıkta. İnternette dereceler açıklandı bugün. Topu topu 20 dakika sürmüş yarışta ikinciyle aramda 8-10 dakikalık bir fark mı bekliyordum bilemiyorum, dereceme rağmen çıkardığım işle pek hava atasım kalmadı.

Ben kendimle olan mücadelemle gururlanırken, derecemden değil sadece çabamdan dolayı tebrik edilmeyi beklerken birilerinin kategori sayısı ile alay etmesi, herkese bir ödülün verildiği anaokulu müsamereleri ile mukayese etmesi; yarı maraton antrenmanımı ilk kez 6 pace in altında bir hızla bitirmemle gururlanırken, hayatında 100mt mesafeyi koşarak kat etmemiş birinden “çok yavaş değil mi?” tepkisini almak kadar sıkıcı.
Bir kaç gün önce kürsüde ki denetlenemeyen sırıtışımı görünce kendim için hazımsız koşucu demiştim. Benden daha çok hiç bir şey, belki de sırf bu nedenle benden daha çok hazımsız insanların varlığı bugün beni rahatlatıyor.

İyi ki, derece kaygım olmadığından, hızın ön plana çıktığı bu tür yarışlara katılmayı reddetmişken, bu yarışa katılmamın tecrübe olacağını söyleyerek beni motive eden arkadaşlarım var. İyi ki, spora uzun süre ara verdiği halde, kendi heyecanımla bu yarışa katılması için motive ettiğim arkadaşlarım var. İyi ki, çevremde sporu seven, her şeyden önce kendisiyle mücadele eden, birbirine destek olan, yorgunluğundan keyif alan, alnından akan terle motive olan, kalbi dakikada 170 atarken benimle aynı heyecanı paylaşan arkadaşlarım var.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ata’dan Anaya Saygı Koşusu 2010

Garmini bilgisayara yüklediğimde en son ki hız çalışmamda kalp atışlarımın 211e ulaştığını gördükten sonra bu yarıştan pek bir şey beklememem gerektiğini düşünmeye başladım. Demek ki 8 dakika 5 pace ile koşmaya kalktığımda kalbim isyan çıkarıyormuş. Hırlıyorum diye dalga geçiyordum kendimle ama oracıkta ölüvermediğime sevinecek durumdaymışım.

Yarışın başlama noktası anneme daha yakın olduğundan cumartesi akşamı annemde kalmaya karar vermiştim, kayıt sırasında yolun yarışa 5 dakika kala kapanacağını öğrenince kendi evimde kalıp sabah 8,30da arabayla anneme gidip yaklaşık 1,5km ileride ki başlangıç yerine de koşarak gitmeyi planlıyorum. Akşam anneme yemeğe gidiyorum. Eve döndüğümde arabam bozuluyor. Bu kadar basiretsizlik olur! İte kaka çalıştırmayı başarıyoruz ama sabah kalktığımda yine çalışmayacağı tutar diye evden düşündüğümden daha erken çıkıyorum. Annemde daha uzun oturacağım diye sevinirken koşu bilgisayarını evde unuttuğumu fark ediyorum. Telaşla eve dönüp geri gelmem bana 20 dakika kaybettiriyor.

Hep uzun mesafe koştuğum için tedirginim, genelde 5. km lerde ısınmaya başlıyorum ve tempoyu ondan sonra arttırıyorum, oysa bu yarış sadece 4 km. Isınmak için yarıştan önce düşük tempoda 3 km koşuyorum. Tören bitince Serdar ve Fatih ile start alanına doğru ilerliyoruz. Öne yetişkin erkeklerin geçmesi, bayanların ve çocukların arkada durması için yapılan anonsa aldırmayan koca bir güruh ön saflarda yer almak için koşmaya başlıyor. Fatih de bu grubun içinde. Yol trafiğe kapanmamış, ortalık yerde duran iki otobüse rağmen ilk başta koşan grup hala koşuyor. Tek şaşıran Serdarla ben değiliz, herkes yarışın başladığını sanıyor. Biz şaşkın şaşkın "başladı mı, niye durmuyorlar?" diye etrafa bakınırken start veriliyor. Serdara önümüz deki genç arkadaşların, yarışa çok hızlı başlayacakları için bizi engellemeyeceklerini söylemiştim ama dediğim gibi olmuyor. Önümüzde o kadar çok insan var ki koşmaya başlayamıyoruz bir türlü. Garmini başlatmaya kalktığımda son yaptığım hızlı koşulardan sonra bilgisayarı resetlememiş olduğumu görüyorum. Bir yandan küçük adımlarla ilerlerken bir yandan garminle uğraşmak yarışın başında bana epey vakit kaybettiriyor.

Önümde 13-14 yaşlarında 3 genç kız var. 9-10 yaşlarında bir oğlan çocuğu beni geçiyor ve aynı hızla kızlardan birine omuz vuruyor, kız önce yalpalıyor, ardından silkinip çocuğu kovalıyor. Bunu izleyen birkaç dakika boyunca önümde ki 4–5 çocuk yolun bir yanından diğer yanına koşturarak birbirlerine omuz vurmaya başlıyor. Onlardan kaçabilmek için çizdiğim zig zaglar yüzünden 4200mt lik koşuyu 4500mt olarak tamamlayacağım. O sırada az önümde, geçen yıl benim yaş grubumda birinci olan Cananı görüyorum. Onun temposunda koşmayı düşünüyorum önce ama o kısa mesafeci, yavaş bir tempoyla koşup son 1000mt de sprinte kalkışırsa beni çok geride bırakır. Onu izlemekten vazgeçip kendi tempomu belirliyorum. Cananı geçiyorum ama yarış boyunca yanımdan hızla ne zaman geçecek diye göz ucuyla bakınıyorum.

Bu küçük çocuklardan kurtulamıyorum. Birden hızlanıp önüme geçiyorlar güçleri tükenince aniden yavaşlıyor ya da yürüyorlar. Onlara çarpmamak için ben de yavaşlıyorum. Annemlerin evine yaklaştığımda 10 yaşlarında bir çocuk bana yolun diğer ucundan sesleniyor “ablaaa koş koş anca gidersin” en azından teyze demedi diye seviniyorumJ annem balkondan seyredeceğini söylemişti ama evin önünden geçerken kimseyi göremiyorum. İlk 1000mt yi 4.55 de tamamlıyorum. Annemi Girne caddesine döner dönmez elinde cep telefonu ile görüyorum. Fotoğrafımı çekecek. Araya kimse girmesin diye yolun soluna doğru kayıyorum ve fotoğraf flu çıkmasın diye biraz yavaşlıyorum. Hemen önümde temposunu yakaladığım kadın burada arayı açıyor. Ama fotoğraf önemli çünkü bunun yarışta çekilen tek fotoğrafım olacağını sanıyorum.

İkinci 1000mt de hızım biraz düşüyor. Yine de ortalama 5 pace i tutturabileceğim. Lunaparkın yanından Zübeyde Hanım mezarına dönerken beni hiçbir yetişkinin geçmediğini düşünüyorum. Çok profesyonel değiller, çoğu hızlı başlamış, yoruldukça tempoyu iyice düşürmüşler. Yanından geçtiğim kişilerin nefes sesleri son 200-300mt de hızlanarak beni geçemeyeceklerinden emin olmamı sağlıyor. Garmin 3km gösteriyorken bir grup çocuk daha 1km koştuklarını çok yolları olduğunu söyleyip birbirini durduruyor. Sağımda solumda dolanmalarını istemediğimden sesimi çıkarmıyorum.

Henüz 250mt var görünüyor ama kaldırımda bir adam son 30mt diyor. Yarışanlardan birinin yakınıdır diye inanmıyorum. Yığılı kalabalığı görünce son metreler diye iyice hızlanıyorum, finish çizgisini geçtiğimi fark etmeden yoluma aynı hızla devam ediyorum neyse ki bir görevli elini kaldırıp dur artık diyor. Ne kronometreciyi gördüm, ne finish çizgisini. Ne kadardır boş yere koştuğumu bilemiyorum. Fatihin verdiği suyu alıyorum, kenara geçince fotoğraf makinesi ile borayı görüyorum. Bu güzel bir sürpriz oldu. Fotoğraflardan benden önce kaç kişinin geldiğini anlamaya çalışıyoruz. 7-8 kişi sayıyoruz ama göğüs numaraları çok net olmadığından kaçının benim yaş grubumda olduğunu anlayamıyoruz. Canan orda ama ne zaman geldiğini kimse görmemiş.


En azından üçüncü olmayı umuyorum çünkü kürsüye çıkmayana madalya verilmiyor bu yarışta. Kürsü için üçüncü ve ikincinin isimleri okunup da cananın adı okunmayınca onun birinci geldiğini düşünüp üzülüyorum. Onun yerine kendi adımı duymak beni şaşırtıyor. 10-14 yaş grubu da dahil benden başka o kürsüde o kadar sırıtan kimse yok! Bir de finish çizgisinden sonra depara kalkan salak koşucu madalyası bekliyorum ama onu vermiyorlar.

5 Kasım 2010 Cuma

Bostanlı Sahil Yolunda Speedwork

Yarışa sadece 1 hafta var. Bugüne kadar gerçek anlamda hiç yarış psikolojisinde olmadığımdan speedwork antenmanı da yapmamıştım. Yarışa bir hafta kala tüm antrenmanlarımı sadece speedwork lere ayırdım. Çok hızlı değilim, farkındayım ama giderek daha iyi olacağını düşünüyorum. Sorun şu ki katılacağım bu yarışta diğerlerinde olduğu gibi katılım madalyası olmayacak, madalya almak istiyorsam kendi yaş kategorimde ilk üçe girmeliyim. Bu ise 1 hafta kala yarışa hazırlanmaya başlayan ve hale hazırda çok yavaş olan benim için neredeyse imkansızL

Hız çalışmaları için Bostanlı sahil yolunu seçiyorum. Sports International ın 125mt lik koşu parkuru bu iş için hiç uygun değil çünkü 90 derecelik dönüşlerde çok yavaşlıyorum. (sanki dönüşler yumuşak olsa 100mt yi 10 sn de koşacağım!) Daha önce 3x800mt koşmuştum, henüz hazır değilim ama programa göre bu sefer 2x1600mt koşmam gerekiyor. 800mt intervallerde düştüğüm hataya yine düşmemek için hızlı başlamıyorum ama doğam yavaş, ben ne kadar olurunda başlasam da 300mt lerde nefesim kesiliyor. Yolun yarısına gelmeden nefes almak adı altında hırlamaya başlıyorum. Önümde ki insanlar onlara yaklaştıkça irkilerek dönüp benden yana bakıyorlar. Haklılar, çıkan sesleri duyunca arkalarında bir köpek saldırıya hazırlanıyor sanıyorlardır. Sabit bir tempo yakalayamıyorum, hızlı başlayıp yorulunca yavaşlıyorum, yavaşlayınca dinlenip tekrar hızlanıyorum. Hız çalışmaları kısa sürecek diye mp3 çaları almıyorum yanıma, bu yüzden ayakkabılarımın çıkardığı sesleri duyabiliyorum. Pat pat pat seslerine bakarak şıpıdık terliklerle koşuyor gibiyim. Neden olmuyor?

Yorulup yorulmadığımı bile anlayamıyorum, Bundan önce 2 antrenman daha yaptım ya, çok ilerleme(!) kaydettiğimi umarak ilk 1600mt bitince yürümek yerine jogginge başlıyorum. İkinci 1600mt için hazır mıyım bilmiyorum ama benim garmin “hızlan” diye çınlamaya başlıyor. İlk 1600ü 5 pace ile koşmuşum. Olması gereken tam olarak bu ama ikinci 1600de daha yorgun olacağım için aynı tempoyu tutturabileceğim konusunda endişe ediyorum. İlk 100mt lerdeyim yorulmama bir kaç yüz metre daha var. Yolun sağında bir adam, elinde tasma, ne var ki tasmanın ucunda ki köpek yolun sol tarafında ki çimlerde. Ara sıra tasmayı çekiyor adam ama tasmadan ziyade iğnesine hamsi vurmuş olan oltayı yokluyor gibi. Minik retriever iplemiyor bile. Ben hızımı daha yeni almışım yavaşlamak istemiyorum. Tasmanın ipini kaldırıp altından geçmeyi planlıyorum. İple mücadelemi verirken adam beni fark ediyor, o da panikliyor, tasmayı çekiyor. Köpek bunu oyun sanıyor olmalı, sıçrayarak gerilen ipin üstünden atlamaya hazırlanıyor. Köpek adam ve ben birbirimize dolaşıyoruz. Evcil hayvan edinmek isteyenleri 1-2 saatlik paket programlar halinde eğitimden geçirmiyorlar mı?

1600mt nin sonuna doğru tekrar karşılaşıyoruz daha önce eğitimden geçmemiş olduğunu tahmin ettiğim köpek sahibiyle. Bu hengâmeden dersini almış olmalı ki tasmayı iyice kısaltmış, köpekle birlikte çimlerin üzerinden yürüyor. Bu işte en çok eğlenen minik retriever olmalı ki beni görünce keyifle zıplamaya başlıyor.

Küçük kazaya rağmen 5 pace ortalamayı tutturabiliyorum. Yavaşım ama gelecek günler için umutluyum. Bu hızla yol trafiğe açılmadan yarışı bitirebilecek miyim?

Avrasya Maratonu, 15K

Bu yarış için 2 ay önceden kaydımı yaptırıyorum, uçak biletimi de aynı gün alıyorum. Tek yapmadığım yarış için hazırlanmak oluyor ki onu da yapmadığımı ancak yarıştan sonra fark edeceğim.

İzmir’den ayrılmadan önce yarıştan daha çok gerilmeme sebep olan şeyler var. İstanbul’u hiç bilmiyorum, kalacak yer bulamıyorum. Yarış günü bir çok yol trafiğe kapanacağından taksiden inip, bir arkadaşımın önce ki yıl yaptığı gibi, start alanına kadar koşmak zorunda kalacağımdan korkuyorum. Zira bünyem 5k nın ardından 15k lık yarışı kaldırmayabilirL

Yarış gününe 1 hafta kala Avrupa yakasında bir otelde kalıp taksimden ücretsiz kalkacak olan otobüslere binerek start alanına gitmeyi düşünüyorum ama bütün oteller dolu. Üsküdar’da oturan arkadaşımda kalmaya karar veriyorum, start alanına en yakın o oturuyor. Tek sorun ertesi gün o işe gideceğinden ve benim yollar açılıncaya kadar eve dönme şansım olmayacağından çantamı ne yapacağım. Eşya otobüslerini nerde bulacağımdan, hatta bulup bulamayacağımdan ve ne kadar güvenli olacağından emin değilim.

Hala nasıl organize olacağıma karar verememiş bir şekilde cumartesi sabah göğüs numaramı, yarış t-shirtümü ve çipimi almak üzere feshanede ki fuar alanına varıyorum. Fuarda verdikleri çanta nihai kararı vermem için bana çok yardımcı oluyor. O akşam ve yarış günü işime yaramayacak olan tüm eşyamı cüzdan dahil sırt çantama doldurup ertesi gün yarış bitiminde buluşacağım arkadaşıma emanet ediyorum. Organizasyonun verdiği küçük çantada yarışta giyeceğim kıyafet var sadece. Zaten eşya otobüslerine de bu çantanın haricinde bir şey vermeyin diyorlar.

Akşam yanında kalacağım arkadaşımla eve girmeden önce köşede ki taksi durağına uğrayıp sabah için konuşmak istiyorum. Taksici yarış sebebiyle yolların kapanacağını sahil yolunun beylerbeyi ayağına kadar kitlenmiş olacağını söyleyerek korkularımı doğruluyor. Nakkaş tepeden Altunizade ayağına kadar git oradan yürürsün diye öneriyor. Demesi kolay da hem yollar hem de organizasyon hakkında hiçbir şey bilmeyen biri olarak kafamı başka sorular kurcalamaya başlıyor: ya altunizade den beylerbeyi ayağı sandığım kadar yakın değilse ve start alanına zamanında ulaşamazsam, ya boğaz köprüsü üzerinden yürümeme izin vermezlerse ve ben kargacık burgacık yollarda kayboluverirsem? daha da kötüsü yolları bilmediğimden start alanı yerine kendimi Karadeniz sahillerinde ya da Pendik'te bulursam? Hıh! Alice harikalar diyarında…

Gece 12 gibi yatıyorum, kısa bir süre sonra şimşeklerin ışığı ortalığı aydınlatıyor, ardından gürültüsü duyuluyor. Her gök gürültüsünde yorganıma sarılıyorum. Saatlerce sürecek bir yağmur başlıyor. Duyduğum şangırtılardan bir yerlerde camların kırıldığını anlıyorum. Ertesi günün planlarını tekrar gözden geçiriyorum. Bu yağmurda fazla ıslanmamak için düşündüğümden daha mı geç çıkmalıyım yoksa yollar kilitlenmeden yarış alanına varmak için daha mı erken çıkmalıyım?

Pek uyudum diyemem, ama planladığımdan çok daha erken yine de dinç kalkıyorum. Taksi durağında 3 araç var ama şoförlerin hiç biri ortada yok. Yoldan geçen bir taksiye atlıyorum, gideceğim yere beni 5 dakikada ulaştırıyor. Harika! 9da başlayacak yarış için saat 7,30 de start alanındayımJ Yine de kalabalık, ilk iş eşya otobüslerini soruyorum. Bulunduğum yer maratoncularınmış beni karşı tarafa gönderiyorlar. Orada her gördüğüm otobsün ardında bir aşağı bir yukarı yürümekten bıkınca çantası elinde olmayan birilerine eşya otobüslerini soruyorum. Hiç gerek yoktu ama otobüslere kadar bana eşlik ediyorlar. Allahım n’aptım ben diye düşünürken 10 dakikalık sohbetin ardından ortadan kayboluyorlar ancak sevincim uzun sürmüyor. Yarışın başlamasına yarım saat kala onlardan biri beni buluyor "beraber koşarız değil mi?" diyor. "hımm ama ben yavaş koşuyorum" diye zayıf bir sesle itiraz edecek oluyorum ama o benden daha inat çıkıyor. Yanımda bir erkek koşarsa onun temposuna uyacağımı düşünerek teselli buluyorum. 12.km lerde geçen yıl ki derecesinin 84 dakika olduğunu öğreniyorum ne var ki British 10K London Run daki dereceme bakarak 15k yarış derecemin de 82-83 dakika olacağını umuyordum.

O yarış bana şunları öğretti: ne kadar dayanıklı olursan ol speedwork yapmadan hızı arttırmak mümkün görünmüyor. Uzun mesafe koşularda bir süre sonra insan konsantrasyonunu kaybediyor ve düşüncelere dalıyor. (tabi bu durum Haile Gebrselassie için geçerli değildir) O zamanlarda etrafta ki insanların hızına uyum sağlıyorsun ve bu da yavaşlamaya sebep oluyor.

Beni çok tedirgin eden boğaz köprüsünün bitiminden başlayan dik ve uzun rampa ne o kadar dik ne de o kadar uzunmuş. Burada rampada tükenmemek için hızımı oldukça düşürüyorum ki hiç gerek yokmuş, mecidiyeköye dönen ayrımla birlikte yokuş aşağı inmeye başlıyoruz. Yokuş aşağı koşarken mideme yarışı bitiremeyeceğimi düşündüren bir ağrı giriyor. Bu acı beni yokuş aşağı çok yavaşlatıyor, neyse ki yokuşla birlikte o da aniden yok oluyor.

1 yıl öncesine kadar sabahları 20 dakika jogging yapmakla yetinen bir insan olarak neyin gazına gelmiş olabilirim ki şu anda 1,5saat sürecek bir yarışın içindeyim? Haliçi geçerken bu yarışta ne işim olduğunu, neden koştuğumu soruyorum kendime. Hiç de hızlı koşmamama rağmen o kadar yorgunum ki yaptığım iş için hiç bir mantıklı açıklama bulamıyorum. O anda yani haliçin tepesinde, 15 gün sonra mart ayında ki runtalya yarı maratonu için kayıt yaptıracağımı bilmeden, bunun son yarışım olmasına karar veriyor ve İzmir’e döner dönmez doğa yürüyüşlerine başlamayı planlıyorum.

Sonunda Gülhane parkındayım, yarış bitiyor olmalı, etrafımda 8-10 kişi, muhabbet ede ede aynı tempoyla ilerliyoruz. Gülhane parkı girişinden hemen önce başlayan rampa parkın içinde, bitiminde ve finish çizgisinin hemen öncesinde inişli çıkışlı devam ediyor ama dedikleri gibi insanı tüketen, bitiren 2km boyunca devam eden bir rampa yok. Uzun bir rampa için sakladığım enerjimi son 200mt de sprint yaparak harcıyorum.

Yarış boyunca sohbetiyle bana eşlik eden arkadaşla finish çizgisine aynı anda ulaşıyoruz. 85 dakikalık derecemiz kadınlarda beni 55. yaparken onu erkeklerde 635. yapıyor. Yarış bitse de sorun yakamı bırakmıyor. Yarış sonunda bitiren herkese içinde katılım madalyası, muz, çikolata, yarış tshirt ünün olduğu bir torba veriyorlar. Fark ediyorum ki herkesin elinde torbası var, benim yok! ya torbayı ya da otobüsleri bulurum umudu ile yolun sonuna kadar gidiyorum. İkisini de bulamadan geri dönüyorum. Biri beni torba için finish çizgisinin ilerisinde bir yere gönderiyor. 10 dakika kadar yürüyüp bulamadan geri dönüyorum. Bu sefer yarışın bittiği yerde dağıtıyorlar deniyor. Görevliler orada set kurmuş, kalabalık finish çizgisini tıkamasın diye bu alandan çıkın diyorlar. 2 metre önümde dağıtılan torbaları görebiliyorum ve 5-10 dakikalık çırpınma sonucunda ben de bir tane edinebiliyorum. Neden bu kadar zor??????

Hiç yarış psikolojisine giremeyen ben yarış bitip de insanların hırsını görünce keşke kendimi biraz zorlasaydım demeye başlıyorum. Yine de mutluyum, yürüyerek deniz kenarına indiğimde hala yarışa devam eden maratoncuları görüyoruz. Haliçin tepesinde aldığım kararları unutarak 2 sene içinde maraton koşmaya karar veriyorumJ

İzmir Koşu Antrenmanı - 10K

Bir gün önce ki uzun koşudan sonra sağ kasığım çok ağrıdı. 3 saat süren ağrı 4. saatte geçmişti. Dinlenmek yerine, yapacak başka işim de olmadığından Pazar günü yine 10k koşuyorum. Bu sefer önce ki gün kadar kuvvetli değil rüzgar, güneşli ama yine de soğuk hava. Bu beni biraz korkutuyor, yarış günü İstanbul çok daha soğuk olacak, yağmur olması kuvvetle muhtemel. Yağmurlukla ve içimde termalle katılsam diye düşünüyorum yarışa. Gözümün önüne gelen görüntü beni bile dehşete düşürüyor. Ama tempom beni ısıtacak kadar hızlı değil, ya koşu boyunca hep üşürsem?

Kendimi hazırlamak için bu sefer eşortman üstünü koşunun başında çıkarıyorum üzerimden, güneşe rağmen içim titriyor uzunca bir süre. Rüzgarın arkadan geldiğini fark etmediğimden dünkü uzun koşuya rağmen performansımı çok yerinde buluyorumJ arıtmaya varmak üzereyken çok sevimli bir aile beni geçiyor bisikletle: uzun basma etekli başı örtülü orta yaşlarda anne, gidonda tel sepeti ve üzerinde örgü hırkasıyla baba ve 7-8 yaşlarında çocukları, daha muhtemel torunları. Nasıl oluyor anlamıyorum ama arıtmanın bariyerini geçer geçmez baba kendini yerde buluyor, gülüyorlar. Ben gülmüyorum, daha önce akşam turlarında uçuşan sinekleri kovalamaya çalışırken bariyerlere çarpıp düşen çok arkadaşımız var, bu görüntüye alışığım…

Dönüş yolunda rüzgar önden esiyor, hımm şimdi fark ediyorum ki dünkü kadar rüzgarlı imiş. 10 dakika sonra arkamda aynı ekip. Önce teyze geçiyor beni. O kadar hızlı çeviriyor ki pedalları, e rüzgar onlar için de esiyor tabi. Bir süre sonra fark ediyorum ki çok uzaklaşmamışlar, sadece 50mt kadar önümdeler. Gaza geliyorum, tempoyu biraz arttırırsam peş peşe gidebilirmişiz gibi geliyor. Ne ara böyle kendini bilmez oldum ki ben?! Hızlanmam kısa bir süre sonra midemin bulanması ile sonuçlanıyor. Tekrar eski hızıma dönüyorum.

100mt kadar önümde kendine yemek arayan bir kuş var, kumru olabilir. Giderek yaklaşıyorum ama uçmuyor, saklanmıyor. İnsana alışmış olmalılar diyorum ama burası yerleşim yeri değil ki. Çok tuhaf, önümde hem de yolun tam ortasında, o da koşuyor. Hayırdır inşallah! Biraz daha yaklaşıyorum, kanatlarını açıp kapıyor. Anlıyorum ki uçamıyor. Birkaç kanat açıp kapama denemesinden sonra yenilgiyi kabul ediyor, yavaşlıyor. Kafasını çevirip bana bakıyor yanından geçerken. Ben geçince o rahatlıyor ama dert beni sarıyor. Bisiklet yolunda koşan bir kuş ile hikayem biraz uzun sürmedi mi? Bu bana hızım hakkında bir fikir veriyor.

Koşu bittiğinde gerçekten rahatlıyorum. Kasığımda ilk kez dün karşılaştığım ağrı tekrar ortaya çıkıyor. Bu sefer çok daha uzun sürecek. 1-2 saat sonra ayakkabıdan kaynaklanıyor olabileceğini öğreniyorum. Şayet doğru ise bu 1 yıl içinde aldığım 2. yanlış ayakkabıL

İzmir Uzun Mesafe Koşu Antrenmanı – 28K

Bu hafta sonu uzun koşacağım diye günler öncesinden karar veriyorum. Bisikletçilerle de karşılaşmak umudu ile kaklıça kadar 19,5km koşup onlarla çay molası verdikten sonra 10k geri döneceğim. Sabah canım hiç koşmak istemiyor. Oyalandıkça oyalanıyorum evin içinde. En nihayet yataktan kalkışımın üzerinden 1.5 saat geçtikten sonra karnım acıkmaya başlıyor, kısa koşacağım konusunda kendimi ikna ederek koşuya başlıyorum. Kaklıçtan geri dönerim (18km) diye başladığım koşu ilk 3 km tamamlanmadan “olmazsa bugün 10km koşayım yarın uzun koşarım”a dönüyor. Rüzgâr kuzey batıdan esiyor, hem kısa koşacağım, hem de dönüş, arkamdan esecek rüzgar sayesinde kolay olacak diye tempomu arttırıyorum. Mavişehirin çıkışında bekleyen bisikletçilerle ikinci arıtmayı geçer geçmez tekrar karşılaşıyorum. Onlar için 15 dakikalık yol ama ben yarım saattir koşuyorum, çok beklemiş olmalılar, ya da ben gerçekten çok hızlıyımJ

Bisiklet yolu ana caddeyle birleşinceye kadar rüzgârı tam karşıdan alacağım. Yolun sonunda bisikletçiler de karşıdan gelen rüzgâr yüzünden yorulmuş olmalılar ki ben yola geldiğimde onlar da molalarına yeni son veriyor. Onlarla aramın fazla açılmamış olması beni oldukça motive ediyor, kaklıça dönmeyip kuş cenneti girişine kadar koşmaya karar veriyorum. Önceden planladığım gibi 19,5km koşup Kaklıçta bisikletçilerle buluşacağım.

Yol boyunca zaman zaman köpeklerle karşılaştığım oluyor, elinde sopayla yürüyen insanlar görsem de şimdilik sorun yaşadığım olmadı. Ancak hayvanat bahçesini 500mt kadar geçince kaldırım üzerinde yatan köpekler beni endişelendiriyor. Ne de olsa muhitimin köpekleri değil. Ben genelde kaklıç yol ayrımına kadar koştuğumdan o noktadan sonra ortalarda dolanan köpeklere, hele gözünü bana dikenlere hiç alışık değilim. İçgüdüsel olarak her zaman ki prensibime uyarak yavaşlıyorum. Bu şekilde nedense köpeğin ilgisini çekmeyeceğimi düşünüyorum. Yerinde doğruluyor, gözleri gözlerime kitlenmiş halde hırıldayarak bir iki sağa sola gidiyor. Yok, olmayacak. Bundan sonra ki senaryoya fazlasıyla aşinayım. Hayvan ağzından salyalar akıtarak havlamaya başlamadan önce ben gerisin geri dönüyorum, her zamanki genel geçer kuralım olan “tempoyu yavaşlat” bu andan sonra “köpekten daha hızlı koş” olarak değişiyor!

Koşuyu erken bitirip köye yürüyerek girerim diyordum ama köpek hezimeti yüzünden zaten 1,5km kaybettim. Bakkala kadar koşuyorum. Kronometreyi 1:43:05 de durduruyorum. O kadar dinç hissediyorum ki kendimi, ben bile mavişehirden beri koşmakta olduğuma inanmakta zorluk çekiyorum. 15 dakika sonra bisikletçiler geliyor ama Gülsüm hanımlar yok. Önce bisikletle geldiğimi sanıyorlar, koşarak geldiğimi ve bisikletle onlara katılmayacağımı öğrenince Günay bey bozuluyor mu? Grup içinde ki kopmalar son zamanarda ortamı geriyor.

45 dakika dinlenip bir maximus yedikten sonra ayaklanıyourm. Maximusu yerken biri bana "oh, onu yedikten sonra ben de koşarım o yolu" diyor. Keramet çikolatada olsaydı, obezler şampiyon olurdu! Otururken çok üşüyorum, ana yola kadar yürür sonra koşarım diyordum ama vazgeçiyorum. Bakkalın hemen önünden koşmaya başlıyorum. Yolda şunu düşünüyorum: nasıl bir coğrafyada koşu boyunca önden esen rüzgar, aynı yolda ters yönde koşarken yine önden eser?

Koşunun bitmesine 200mt kala Ozan'ı görüyorum, durma diyor bana, nerde bitireceğimi söylüyorum, arabayla oraya geliyor. İkinci koşunun temposu rüzgarın da etkisiyle çok yavaş. Ozan ve arkadaşı Tamer'le konuşurken, yorgunluğu olmasa da ağrıları hissetmeye başlıyorum hafif hafif. Tamer eski maratoncuymuş. Ne kadar koştun diyor, 1 saat 5 dakika. Mesafeyi soruyormuş. Ben söylemeden süreden yola çıkarak 15k mı diyor! HAYIR 10K!! Allahım ne üzücü, ne moral bozucu bir durum buL koşuyu bitirdiğime sevinemeden içim sıkılıyor ama belli etmiyorum (etmiyor muyum?).

Koşudan ve yarışlardan konuşacağımızın hayalini kurarak Ozan'ın yarım saat sonra sir winstonda buluşma davetini kabul ediyorum. Aslında nezaketen çağırmış gibiydi, üzerine atlamasam iyiymiş ama n’apayım işim yok, kabul etmezsem evde canım sıkılacak. Mutluluk bencil bir duygudur diyerek hazırlanmak üzere eve doğru yürüyorum.

İzmir’de İlk Uzun Mesafe Koşu Antrenmanı -18K

Dikili turundan sonra yarışa kadar bisiklet turlarına ara vermeye karar veriyorum. Neden mi? Diğerlerinin aksine ben günde 80-100km bisiklet binince ertesi günü koşu antrenmanlarında performansım düşüyor. Zaten çok hızlı koşamayan ben, koşu adı altında sürünmeye başlıyorum.

Datçada başladığım uzun mesafe koşularına haftada bir gün olmak kaydı ile Mavişehir kuş cenneti arasında ki bisiklet yolunda devam ediyorum. İzmir’de ilk antrenman; düz yolda koşacağım. Datçada ki yokuş antrenmanlarından sonra ciddi bir gelişme bekliyorum performansımda. Koşmaya başlıyorum, 30sn sonra mp3 çaların pili bitiyor. Kordonu koluma dolayıp müziksiz devam ediyorum. Olmuyor, gitmiyor ayaklarım, hızlanamıyorum bir türlü, daha 3 km olmadan yoruluyorum da üstelik. Rüzgarda buluyorum bahaneyi önce, sonra rüzgarın arkamdan estiğini fark ediyorum. Ayakkabının bağcığı diyorum, bol t-shirt diyorum, müzik yok diyorum, ağlamak istiyorum…

Arıtma önünde işçiler otları yoluyor ya da ağaçları köklüyor bilemiyorum ama çok işçi var, bende de tayt! Bacağıma yapışan sinekler ya da bilemediğim iri uçucu hayvanlardan şikâyetçiydim ama birazdan uçucularla verdiğim mücadeleyi iple arayacağımı biliyorum.

Komiğim ben, hem komik hem salak! “bu futbolcular madem formayı çıkarınca ceza alıyor ve bunu da biliyorlar, neden çıkarıyorlar o zaman” diye sorduğumda “insan çok yorgun olduğunda düşünemez, beyniyle değil içgüdüleriyle oynuyor onlar” demişti biri. İşte benim durumumu da tam olarak bu açıklıyor.

Bisikletle geçerken de rastlıyordum ama göz teması ancak 5-10 sn sürüyordu. Bisiklet hızında koşamadığımdan olacak bitmiyor yol! 200mt kala fark ediliyorum. 8-10 kişi çalışıyor ama fark edildikten sonra kimsenin çalıştığını sanmıyorum, herkes kazmasına küreğine yaslanmış beni seyreder vaziyette. Eski Türk filmlerinde kollarını açmış İbrahim Tatlıses’e doğru koşan bir Hülya Avşar var gözlerimin önünde. Bu durumu daha da kötüleştiriyor. 200mt yi koşmak ne kadar sürer? Benim hızımla 1,2 dakika. Yanlarından geçerken biri diğerlerine dönüp “çalışın arkadaşlar, durmayın, çalışın” diye bağırıyor ama ses o kadar eğlenceli çıkıyor ki sanki çalışın değil de katılın ya da atılın arkadaşlar diyor, zira herkes sırıtıyor!

Ohh, kurtuldum, geçtim yanlarından, ne kadar sürdü? 5 dakika? 8 dakika? Daha uzun sürmüş olabilir mi? Allahım ikinci güruh! Ama tecrübeliyim. 100mt kala bisiklet yolunun hemen paralelinde devam eden araç yoluna geçiyorum. Arada çalılıklar ağaçlar var, muhtemelen beni aramızda birkaç metre kaldığında ancak fark edecekler diye hesaplıyorum, 5-10sn lik zararsız bir göz teması olacak. Olmuyor! benim yan yola geçtiğimi fark eden arkadaşlar hep birlikte yer değiştiriyorlar. İşe yaramadı, ellerinde tırmıklar, benim önümde, benim yolumda olmayan otları yoluyorlar. Selam vermeye karar veriyorum. Selam verirsem “bacı” konumuna geçerim, kolay olur diye düşünüyorum. İlk selamı alan şaşkın, tek başına, grup psikolojisi yok, kolay geçiyorum ama diğer ekip zorluyor. Neyse, en azından içimizde eğlenenler var!

Kaklıç sapağından geriye dönünce karşıdan gelmeye başlayan rüzgarın kuvvetini fark ediyorum. Koştuğumdan emin değilim, arabayla geçenler beni yürürken mi görüyor acaba? Olduğum yerde mi koşuyorum? Koştuğunu zanneden ama Tom kuyruğundan yakalamış olduğu için gerçekte bir arpa boyu yol kat edemeyen fare Jerry gibi olmalıyım. Kısa bir süre sonra elinde tırmığı “hanfendiiiii, hanfendiiii çok mu yoruldun!” diyen arkadaş endişelerime son noktayı koyuyor. Demek gerçekten pek ilerlemiyorum.

İzmirde ki ilk uzun mesafe koşumu susayarak, rüzgara küfrederek, yolun kenarında bekleşen uyuz köpeklerden korkarak, çokça terleyerek ve tükenerek tamamlıyorum.

Bisikletle Dikili Turu

Moralim düzelsin diye bayramı izleyen hafta sonu bisikletle dikiliye gitmeye karar veriyorum. Saat 5.10da Çanakkale yolunda Ege Pedalla buluşacağım. Tam planladığım gibi yarım saat gecikmeyle 5.40da beni alıyorlar. Dikiliye gidiş beklentilerimin çok üzerinde bir serilikle başlıyor. 23 km sonra Buruncukta ki çorbacıda kahvaltı için ilk molayı veriyoruz. Yolda tuhaf sakallı 58 yaşında ki Hüseyin Bey ve Bayram'ın çarpışmaları Hüseyin Bey'in düşmesi ile sonuçlanıyor. Hüseyin Bey dramatik bir şekilde dizini gösterip herkesi, bana göre sıyrılma olan yarasıyla tanıştırdıktan sonra eczaneye gidip dizine pansuman yaptırıyor. Ben ondan rol çalıncaya kadar düşme ve yaralanma olayına değinmeye devam ediyor, düşmesine sebep olan Bayram'ın yüzü kızardıkça kızarıyor.

7.00de yine yola koyuluyor ve 9.30da yeni şakranda yarım saatlik bir börek molası daha veriyoruz. Bu bisikletçiler pedallamıyorsa mutlaka ya yiyordur ya içiyordur. Yenişakran'dan ayrılalı 10km olmadan ilk lastiği patlatıyoruz. Tekrar yola koyulduktan kısa bir süre sonra Bergama yolundan ayrılıp, Dikiliye daha kestirme olan tali bir yola giriyoruz. Yolun buraya kadar ki kısmı patlayan lastiklere, parçalanan dizlere(!) rağmen son derece hızlı gerçekleşti.

Çay molası için köy kahvesinde durduğumuzda tam 70. km deyiz. Çay içerken bize 10 km daha kestirme olan toprak bir yoldan bahsediyorlar. Kahvede ki birkaç kişi o yolu takip edersek yolumuzu bulamayacağımızı iddia etse de uzun süredir taş döşeli yollarda pedallamaktan bıkkınlık duyanlara yolun toprak olması, başka birkaç kişiye de yolun 10km kısalması cazip geldiğinden bu yolu tercih ediyoruz. Etraflıca tarif almamıza rağmen köyün içinde daha 500mt bile gitmeden bir yol ayrımında durup nereden gideceğiz diye düşünmeye başlıyoruz. O sırada Bayram yine lastiği patlatmış. Tamir için uğraşırken bize yolu tarif eden arkadaş geliyor ve Emreyi yolu göstermek üzere motoruna alıyor. O geri dönünceye kadar Bayram jantını, kalın siboplu iç lastik için delik açtırmak üzere demirciye götürüyor. Temizlenmeyen jant parçaları Dikili'ye kadar sorun yaratmayacak ama Bayram tur boyunca lastiği 3 kere daha patlatacak.

Kahvede ki arkadaşın yardımları ve talimatı ile toprak yola giriyoruz. 1 -2 km kadar gittikten sonra ilk gördüğümüz kanalda, tarifte ki Azmak konusunda anlaşmazlık yaşıyoruz. Geri dönüp azmak sandığımız köprüye kadar ilerliyoruz ki karşıdan gelen araç şoförü, gördüğümüzde sağa dönmemiz gereken azmağın orası olmadığını söyleyerek imdadımıza yetişiyor. O yolun üzerinde hiç bir yere sapmadan –sapacak ayrım da olmadığından- geniş bir kanal yolu dikine kesene kadar ilerliyoruz. Dönüş noktasında Hüseyin Bey “bunun yerine baştan asfalta çıkacak olsaydık şimdiye kadar çoktan dikili ayrımına varmıştık” diyecek oluyor ama kimsenin yorum yaparak taraf olmasına izin vermeden, muhtemelen oldukça da sert bir ses tonuyla “geçmişe yönelik olasılık hesapları yapmayalım, buradayız artık, yolumuza bakalım” deyince arkadan yetişenlerle birlikte yolumuza devam ediyoruz. Kimse gıkını çıkarmıyor, Hüseyin Bey en önde açık ara farkla ilerliyor.

Grup içinde provokatörlere yer yok. Bu tarz spekülasyonlar insanları taraf tutmaya iterek grup içinde ayrılık yaratmaktan başka işe yaramıyor. Zira öğlen vakti saat 12.30, o an itibarı ile 7,5 saattir yoldayız, yaklaşık 4,5 saattir pedal basıyoruz, hedefe yaklaştıkça sabrımız azalıyor, yorgunluk kendini öfke olarak göstermeye başlıyor. Değiştiremeyeceğimiz sonuçlar için bu öfkeyi körüklemek insanları birbirine düşürmekten başka bir işe yaramayacak.

Yolun bundan sonrası daha taşlı, daha kumlu. Zaman zaman toprağa gömülü iri taşlar, zaman zaman kalınlaşan kum tabakası sürüşümüzü engelliyor. Bu bozuk yolda ortalama 14km/sa olan hızımızın 11km/sa e kadar düştüğü oluyor. Önümde yusuf beyin oğlu apo, Hüseyin bey ve bayram gözden kayboluyor. Arkamda kiler verdikleri ihtiyaç molası sebebiyle epey geride kaldı, görünmüyorlar. Taşlar yüzünden ayağım sürekli pedaldan kurtuluyor, pedalı tekrar buluncaya kadar bisiklet iyice yavaşlıyor, bir yandan taşların üzerinde hoplaya zıplaya, seke seke ilerlerken alperin amortisörlü bisikletle bu yolda ne rahat ettiğini düşünüyorum. Bir anda taşlı yol bitiyor, önümde toprak üzerinde hafif kumlu bir yol beliriyor, ayağa kalkıp pedallara yükleniyorum. Kişisel şovum uzun sürmüyor, 10sn geçmeden, yeterince erken fark edemediğim kalın bir kum tabakasına önce bisikletin tekeri sonra ben gömülüyoruz. Bisikletle birlikte 40-50 cm sürükleniyorum, dirseğim ve kolum kalın taneli kum üzerinde fren vazifesi görüyor, sağ bacağım bisikletin altında eziliyor, sol bacağım aktarıcıya, pedala –dümdüz kadro dururken- bisiklet üzerinde bulabildiği tüm sivri parçalara tek tek çarpıyor,  gidon sağ elime gömülüyor ve aksiyon kaskımın, içinde kafamla birlikte, bir yerlere çarpması ile son buluyor. İlgi umudu ile arkamı dönüyorum, görünürde kimsecikler yok. Yakınamadan bisiklete atlayıp, bu sefer seleye oturarak ve daha insani bir hızda yoluma devam ediyorum. 10 dakika boyunca iri çakıl taşları üzerinde bisiklet tıngırdadıkça dirseğimden ılık ılık akan kanı hissederek, ana yola varıyorum. Bizimkiler orda bir ev bulmuşlar, bahçesinde kuyusu, incir ağacı, gölgesinde sedir… Temizlenip, dinlenip, sularımızı doldurup, çoğunu Hüseyin beyin toplayıp ikram ettiği incirleri yiyip yola çıkıyoruz.

Buradan Dikili kavşağına sadece 2-3km var. Pansiyona kadar tam 94km yapıyoruz. Saat 13.50. Fazla vaktimiz yok. Selman Bey geliyor, akşamüstü başlayacak festivalde bisikletlerle korteje katılacağız. Akşam yemeği için çağ kebabı ve rakı siparişlerimizi verip pansiyondan ayrılıyoruz. Bir dolu çocuk mu canavar mı anlayamadığımız yığının içinde buluyoruz kendimizi. Onlarla yaptığımız 30 dakikalık dikili turu çok eğlenceli ama ben yine de bir kaçamak yapsam pansiyona kendimi atsam diye umut ediyorum. Bu tırtıklı yol kolumun tekrar kanamaya başlamasına sebep oluyor. O yaramaz diye nitelediğim çocuklardan hiçbir farkım olmadığını kanıtlarcasına yaradan sızan kanı boş su şişesinin içine doldurmaya çalışıyorum. Eğlenceli çabam arkamda duran 112 ekibince fark ediliyor ve bana pansuman yapılıyor. Kortejin en faydalı “iyi ki korteje katılmışım” anı bu.

*****

Ertesi sabah Bayramın patlayan lastiği bir kez daha tamir ediliyor ve saat 10.30da hesabı kapayıp kahvaltı yapmak üzere merkeze gidiyoruz. Ne yazık ki kahvaltı yerine varamadan benim lastiğin patlak olduğu müjdesini veriyor Alper.

Aynı turda lastiği 8 kere patlatan ve aynı serilikte onaran arkadaşlar var grupta ama benim lastiğimin patlaması bile ayrı macera! İç lastiğin patlamasının sebebi dış lastiğin çıkan teliL Bayram pansiyonda bıraktığı eski dış lastiği getirmeyi teklif ediyor. Patlayan arka lastik olmasına rağmen, yolda patlarsa değiştirmesi kolay olsun diye sorunlu dış lastiği öne takmaya karar veriyoruz. İşlem tamamlanıyor lastiklere hava basılıyor, tam hareket edecekken ön lastiğin daha şimdiden patlamış olduğunu görüyorum. Bununla uğraşırken vakit kaybetmeyelim diye kahvaltımızı aponun getirdiği poğaçalar ile orada yapıyoruz. Dış lastik janta uyumlu olmadığından iç lastiği sıkıştırmış ve lastik bir kaç yeren yarılmış. Bu sefer çok uğraşmadan lastikçiye gidiliyor yeni bir iç ve dış lastik alınıyor.



11,35de yola çıkabiliyoruz. Öğlen sıcağının ve bir gün önce ki yorgunluğun ardından geldiğimiz kadar ki kadar seri hareket edemiyoruz. Yola çıktıktan çok kısa bir süre sonra bayramın lastik patlıyor, hemen ardından Alper'in şekeri düşüyor, bir benzincide duruyoruz. Marketi olmamasına rağmen ihtiyaç molası falan derken toparlanmak 15 dakika sürüyor. 1-2 km ötede ki diğer benzincide de 20 dakikaya yakın yiyip içtikten ve ardından Emre'nin patlayan lastiğini tamir etmesini bekledikten sonra hareketlenip köy yoluna sapıyoruz. Köyde çay molası, lastik tamiri derken yarım saat geçiyor ve yemek için durduğumuzda saat 15.00, gelinen toplam mesafe 27km!

Her mola yerini terk ederken bundan sonra uzun süre mola vermeyeceğiz desek de art arda patlayan lastikler buna engel oluyor ya da benim geride unuttuğum sırt çantam… Benim için turun en utanç verici yanı da böylelikle gerçekleşmiş oluyor. Çantanın bulunması için Emre görevlendiriliyor ama çantayı yemek yenen yerde değil de köyde unuttuğumu fark edince Alper'in benzincide ayarladığı bir araç ile Günay ağabeyi de alarak yola çıkıyorum. Emreyi yarı yolda yakalayıp geri yolluyoruz.

Rüzgâr beklentilerin aksine tam karşıdan geliyor dönüş yolunda, bu yüzden hızımız epey düşük. Dur kalklarla birlikte ortalama 16,5km lerdeyiz. Saat 16.00da yani 4,5 saatte yolun yarısını bile alamamış olmak herkesin canın sıkıyor, morallerimiz bozuk. Bu saatten sonra vereceğimiz tüm mola sürelerini patlayan lastikleri tamir etmek için kullanıyoruz, lastik patlamadıkça durmak yok! Ne var ki tur boyunca sabah ki dahil 12 kere patlıyor lastikler.

Aliağa’dan sonra rüzgarın arkadan gelmeye başlamasıyla ortalama hızımız saatte 27-28km lere çıksa da iki günün yorgunluğu ile arka arkaya gelen rampalarda zorlanıyoruz. Bundan iki ay önce yapılan Çakmaklı turunda rampalarda zorlandığı ve düz yolda bile düştüğü için Günay Bey'in Figen’i Çakmaklı koyuna kadar bir araçtan diğerine bindirerek gönderdiğini hatırlayarak, Aliağa yokuşlarında ki performansından ve hırsından dolayı kıza hayran kalıyorum. Hayranlığımın nazarı değmiş olacak ki son rampada Figen’in de lastiği patlıyor ve girdiğimiz benzincide unuttuğum çantanın sebep olduğu gecikmenin özrü olarak herkese birer maximus alıyorum. Eve 40km kaldı, kendi çikolatamı 20km kala ödülü olarak yemeyi düşünsem de her 5 km de patlayan lastikleri tamir etmek için verdiğimiz molalar yüzünden iradem iyice zayıflıyor. Menemen'e 10km kala çikolatama teslim oluyorum.

Rüzgârın arkadan gelmesi son 50km de ki performansımızı arttırsa da, 100km lik yolu saat 21,30da yani yola çıktıktan tam 11 saat sonra tamamlıyoruz!