Dokuz Eylül'ün acilinde yapılan alçıda kolumdaki acı yüzünden kolumu dik tutmakta zorlanıyorum. Her ne kadar doktorun zoru ile bağır çağır dik açı sağlansa da alçı kuruyuncaya kadar dirseğimi oynatıp oynatmadığımdan emin değilim. Alçı kuruduktan sonra uzman doktorun görmesi gerekiyor deniyor ama ilgili doktorun girmiş olduğu ameliyat uzun sürünce 3 gün sonraki kontrole güvenerek eve dönüyorum.
3 gün sonra üzerindeki beyaz önlük sebebiyle doktor olduğunu umduğum kişi kolumu ve dolayısıyla alçımı, tamamen örten poları bile çıkarttırmadan yuvarlak alçıya alalım diyerek beni karşı odaya gönderiyor. Alçım çıkarılıyor ve o halde alçı malzemesi almak üzere üst kata gönderiliyorum. Malzeme odasını bulabilmek için alçısı çıkartılmış kırık kolumla 20 dakika kadar iki kat arasında gidip gelmem gerekiyor. Geri döndüğümde alçı odası epey kalabalıklaşmış. Bakıyorlar ki bekleyen çok, önlüğü olmadığından görevini tam olarak anlayamadığım biri, üzerinde kahverengi pantolonu, ayağında terliğiyle bana bakıp “şunun kini de ben yapıverem” diyor ve uzatmam için sağ kolumu işaret ediyor. Güven verici(!) O değil sol kolum diyorum ve alçım ben kolumu nasıl uzattımsa o şekilde yapılıyor.
Acilde 3-4 hafta olarak belirlenen alçı süresi o gün 10 haftaya çıkıyor. 3 gün önce nasıl kırıldığına inanmadıysam bu seferde 10 haftalık süreye inanmıyorum.
Ailemin kolumun kırıldığından 2 gün sonra İngiltere’ye gittiğimde haberi oluyor. Bundan sonra olaylar tam tahmin ettiğim gibi gelişiyor: Annem Dokuz Eylül acilinden bütün bir gününü harcamak suretiyle filmlerin CD sini alıyor. Tanıdığı bütün ortopedistlere danışıp bununla yetinmeyince, beyin cerrahı, ürolog fark etmeksizin, bütün doktor arkadaşlarını da arayıp onların önerdiği ortopedistlerden de randevu alıyor. Benim CD İzmir’in tüm ortopedistleri arasında el el geziyor. Bu arada saçımı nasıl yıkayacağım, nasıl tarayacağım, günlük ihtiyaçlarımı nasıl karşılayacağım konusunda telefon, sms ve msn yolu ile İngiltere’ye her gün düzenli talimatlar geliyor.
Her bisikletçinin hayatı boyunca en az bir kez, havada taklalar attığı halde, sıyrık sahibi dahi olmadan atlattığı mazgal kazasından dirseğimde kırıkla çıkmamın üzerinden üç hafta geçiyor. Annemle doktora gitmeye karar veriyoruz. Yok hayır, biz değil, annem karar veriyor. Vapurda yan yana oturuyoruz:
- Çok kurumuş dudakların bir krem sürseydin
- Gerek yok anne
Bir kaç saniye geçiyor
- Bir ruj falan yok muydu yanında, çok kötü görünüyor.
- Ben ruj sürmüyorum anne, gerek yok
Bu sefer daha uzun dayanıyor, 10 saniye kadar oldu:
- Ben sana ruj vermiştim, nerede o, yanında değil mi?
- Yanımda değil, ofiste bıraktım ben onu
İkinci on saniye:
- Krem bırakmıştım ben evine, onu sürseydin bari evden çıkarken
- Anne yeter artık.
Yine on saniye:
Yine on saniye:
- Benim yanımda ruj var vereyim sana onu sür.
- Hayır anne gerek yok
- Rengi açık ama bak ceketinin renginde.
Ceketim bej, insan soğuktan beyazlaşmış dudağını kamufle etmek için neden bej rengi bir ruj sürsün ki?
- 5 oldu anne, daha ne kadar devam edeceksin?
Susuyor ama sadece kısa bir süre için olduğunu ben biliyorum. Nitekim:
- Doktora gidince ağzımız bir olsun, 3 hafta oldu de.
- Anne zaten 3 hafta oldu, ayrıca neden ağzımız bir olsun? Sen konuşmayacaksın ki, sana soru sormayacak kimse.
Tamam diyor susuyor ama sadece saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa bir süre dayanabiliyor.
- Onu diyelim, bunu da diyelim…
- Anne sen bir şey demeyeceksin, kol benim, kırık benim, hatta sen odaya bile girmeyeceksin.
Oyundan dışlanan çocuklar gibi, içerliyor eminim. Beni hala 12 yaşında sanıyor olabilir mi? Kısa süreli hafızayı yitirip, çoook uzun geçmişi hatırlamak dedikleri böyle bir şey mi?
Gazi Hastanesinde yeni film çekiliyor, doktor alçımı çıkarıyor ama annemin içine bir kurt düşüyor çünkü sırada bekleyen 8 kişinin içinde benden başka bu doktorun hastası yok. Doğal olarak kendi doktorlarının daha iyi olduğunu söylüyorlar anneme. O kadar evham yapıyor ki sonunda bisiklet grubundan tanıdığım ortopedist arkadaşımı arıyorum. Beni filmlerle birlikte Tepecik Hastanesine çağırıyor.
Gider gitmez odasını bulmak için telefonla arıyorum, telefonu meşgul. Bütün hastaneyi gezdikten sonra danışmaya ortopedi polikliniğini soruyorum. Orada da yarım saat kadar telefonla arayıp ulaşamadıktan sonra yine danışmaya sorarak odasını buluyorum. Yanımda getirdiğim CD yi ortopedi polikliniğinde açamayınca beni elime Demet Hanıma yazılmış bir pusula ile röntgen bölümüne gönderiyor. Eliyle de camdan ana binayı işaret ederek "karşıda ki binaya gideceksin" diyor. Ahmet'in telefon konuşmasının bitmesini beklerken orada çok vakit geçirdim. Konuya fazlasıyla hakimim, yine de emin olmak için "ana binaya mı?" diye soruyorum, "evet" diyor. Ana binanın giriş kapısı dediği gibi tam karşıda değil. Binaya giriyorum, içinde dört dönüyorum ama Demet Hanımın kim olduğunu bilen yok. Uzun çabalar sonunda kim olduğu bulunuyor, CD açılıyor. Dr. Ahmet Kaya da oraya gelip kırığın filmini gördükten sonra kolumu tekrar muayene ediyor. Kolumu masaya koyup açmaya çalışıyorum. Dümdüz açamadığımı görünce “bak, adale sert” diyor. Havaya giriyorum, o benim biceps im diye. Ahmet, cevap vermeye tenezzül etmeden, kırık kolumu diğer kolumla karşılaştırınca sevincim uzun sürmüyor. Tamam anladık, adale sertmiş.
İşimiz bitince odasına gitmek üzere Dr. Ahmet Kaya ile beraber çıkıyoruz binadan. Benim geldiğimden tamamen farklı bir kapı ve B blok tam karşımızda!
- Aa! ne kadar yakınmış, ben diğer girişe gittim, o yüzden Demet Hanımı bulmam bu kadar uzun sürdü.
Anlayışla gülümsüyor,
- Hıı evet, hastalar salak oluyor biraz
- ?!!!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder