10 Eylül 2013 Salı

Halka Teorisi: Yanlış bir şey söylemekten nasıl kaçınılır* (Susan Silk ve Barry Goldman)

Her türlü krizde işe yarar: tıbbi, yasal hatta varoluşsal: Halka Teorisi. İlk kural teselli etmek “in” saçmalamak “out”.

Susan göğüs kanseri olduğunda, birçok saçma söz duymuştuk ama favorimiz Susan’ın iş arkadaşından geldi. Ameliyattan sonra Susan’ı ziyaret etmek istedi (buna ihtiyacı vardı) ama Susan ziyaretçi kabul edecek durumda değildi ve bunu ona söyledi. İs arkadaşının cevabı mı? “Bu sadece seninle ilgili değil”

“Değil mi?” diye sordu Susan şaşkınlıkla, “Benim göğüs kanserim beni ilgilendirmiyor? Seni mi ilgilendiriyor?”

Aynı konu arkadaşımız Katie beyin anevrizmasına yakalandığında tekrar gündeme geldi. Uzun süre kaldığı yoğun bakım ünitesinden sonunda çıkmıştı. Artık monitör, kablolar ve tüplerle kaplı değildi ama hala kötü görünüyordu. Arkadaşı gelip onu gördü ve Katie’nin kocası ile hole çıktı. “buna hazır değildim” dedi. “Bununla başa çıkabileceğimden emin değilim”  

Bu kadın Katie’yi seviyordu ve içinden geleni söyledi. Katie’nin o durumda ki görünüşü onu derinden etkilemişti ama bu söylenmeyecek bir şeydi. Ve Susan’ın iş arkadaşının lafı ne kadar yanlışsa bu da aynı şekilde yanlıştı.

Illustration by Wes Bausmith

Susan, insanların bu hatadan kaçınmasına yardım etmek için basit bir teknik geliştirdi. Her türlü krizde işe yarar: tıbbi, yasal hatta varoluşsal: Buna Halka Teorisi adını verdi.

Bir çember çizin. Bu merkez halka. Bu halkanın içine bu travmanın merkezinde ki kişinin adını koyun. Katie’nin anevrizmasında bu kişi Katie.  Şimdi ilk halkanın etrafına daha geniş bir halka daha çizin. Bu halkaya, travmaya sonraki en yakın kişinin adını koyun. Katie nin durumunda bu kişi Katie’nin kocası Pat. İşlemi gerektiği kadar tekrar edebilirsiniz. Her bir geniş halkaya bir sonraki yakın kişinin adını koyun. Uzak akrabalardan önce ebeveynler ve çocuklar. Yakın arkadaşlar daha küçük halkalarda, daha az yakın olanlar daha büyük halkalarda. İşiniz bittiğinde bir Mızmızlanma Düzeneğiniz olmuş olacak. Susan’ın hastalarından biri onu buzdolabına yapıştıracak kadar yararlı bulmuş.

İşte kurallar: halkanın merkezinde ki kişi istediği şeyi kime ve nerede isterse söyleyebilir. Mızmızlanabilir, şikayet edebilir, sızlanabilir inleyebilir ve lanet edebilir: “hayat adil değil” ve “neden ben?” Bu, merkez halkada olmanın ayrıcalığıdır.

 Herkes buna benzer şeyler söyleyebilir ama sadece daha geniş halkada kilere.

Kendi halkanızdan daha küçük halkadaki biriyle konuşurken yani kriz merkezine yakın halkadaki biriyle, amaç yardım etmektir. Dinlemek, konuşmaktan genellikle daha yararlıdır. Ama illa ağzınızı açacaksanız, kendinize, söylemek üzere olduğunuz şeyin teselli edici ve destek sağlayıcı olup olmadığını sorun. Değilse, söylemeyin. Örneğin asla nasihat etmeyin. Travmadan muzdarip insanların tavsiyeye ihtiyacı yoktur. Teselli ve desteğe ihtiyacı vardır. O yüzden “üzgünüm” veya “bu senin için gerçekten çok güç olmalı” veya “sana rosto getirmemi ister misin?” deyin. Asla “bana ne olduğunu duyman lazım” ya da “senin yerinde olsam bak ne yapardım” demeyin. Ve asla “bu beni yıkıyor” demeyin.

Ağlamak çığlık atmak ya da şikayet etmek istiyorsanız, eğer birine nasıl da şok olduğunuzu ya da berbat hissettiğinizi anlatmak ya da bunların size son zamanlar da başınıza gelen hangi korkunç şeyleri hatırlattığı konusunda sızlanmak istiyorsanız, tamam. Bu çok doğal bir tepkidir. Sadece bunu daha geniş halkada kine yapın.

Tavsiye “in”, saçmalık “out”

Arkadaşının, Katie’nin kötü görünüşüne hazırlıklı olmadığını ya da hatta bununla nasıl başa çıkacağını bilmediğini söylemesi ile ilgili anormal hiç bir şey yoktu.  Sorun bunu Pat e söylemiş olmasıydı. Saçmaladı.

Sizinkinden daha küçük halkadaki birine şikayette bulunmak sizi daha iyi yapmaz. Diğer taraftan, hastanın refakatçisine destek vermek hasta için yapabileceğiniz en iyi şey olabilir.

Bunu çoğumuz biliriz. Hemen hiç kimse hastaya ne berbat göründüğünü söylemez.  Hemen hiç kimse ona bakmanın kendilerine hayatın kırılganlığını ve ölümün kendilerine ne yakın olduğunu hatırlattığını söylemez. Diğer bir deyişle, merkez halkada kine söylenmemesi gerekeni biliriz. Halka Teorisi sadece bu sezgileri genişletir ve daha somut bir hale getirir: Sadece merkezdekine değil sizden daha küçük halkalarda bulunan herkese karşı saçmalamaktan kaçının.

Unutmayın, sizinkinden daha büyük bir halkada bulunan birine rastlamayı beklediğiniz sürece istediğinizi söyleyebilirsiniz.

Ve telaşlanmayın. Merkez halkadaki yer için sizin de sıranız gelecek. Buna güvenebilirsiniz.

*How not to say the wrong thing


3 Eylül 2013 Salı

Çanakkale Boğaz Yarışı İçin Naçizane Öneriler

Çanakkale boğaz yarışına katılabilecek donanıma sahip herhangi bir yüzücüye, özellikle uzun mesafe yüzme konusunda tavsiyeler verecek konumda bir sporcu değilim ama aceminin derdinden acemi anlar zihniyetiyle ve tamamen iyi niyetle, yarış öncesi arayıp bulamadıklarımı, bulsaydım farklı olurdu diye düşündüklerimi burada yazmaya karar veriyorum.

Çanakkale’nin akıntı bilgilerine hem Çanakkale Rotary’nin yarış bilgileri sayfasından hem de Turgut Esen’in yüzüyoruz.com da yaptığı paylaşımlardan ulaşmak mümkün. Kendi adıma Turgut Esen’in tecrübeleriyle ilgili paylaşımlarının benim yegane kılavuzum olduğunu söyleyebilirim. Ne var ki bilen insanların, bilmeyen insanların bilgisizliğinin sınırlarını anlayamadıklarını düşünüyorum. Bazı şeyleri “bu da artık biliniyordur” diye düşünmeden, “Ya ben salak mıyım? Anladım!” dedirtinceye kadar her tür ayrıntıyı, bilmeyenin kafasına kaka kaka anlatmak gerekiyor bazen.

Ya da, keşke benim kafama biri kaksaydı…

Bu yarışa katılan herkesin bildiği gibi Çanakkale boğazında yüzey akıntısı Marmara’dan Ege’ye doğru akarken kıyılarda o kadar güçlü olmayan ters yönde bir akıntı söz konusudur. Start alanından antene doğru dikine yüzerken karşı kıyıya fazla yaklaşanlar bu ters akıntıda yüzerek finish alanına ulaşabiliyor. (Aynı güçte olmadığını ben “ulaşılabilir” olmasından anlıyorum)



Aşağıdaki ki resimde Rotary'nin gösterdiğ gibi, Eceabat’tan direk finishe yüzmeye kalkarsanız akıntı sizi finishe varamadan boğazın dışına atacaktır. Siz karşı kıyıdaki anteni kerteriz alıp dümdüz yüzdüğünüzü düşünürken gerçekte yay çizerek Çanakkale’ye doğru yaklaşıyor olacaksınız.


Eğer güçlü ve hızlı bir yüzücüyseniz, en önde başlamanızda sakınca yok. Ama bizler kendimizi abartmayı severiz, o yüzden bilgi niteliğinde belirtmek isterim ki swim smooth advance yani ileri seviyede bir yüzücüyü, 400mt yi 6 dakikanın altında yüzer diye tanımlıyor. 3000mt yi yaklaşık 1 saatte yüzen orta halli yüzücülere, suya girmek için ilk grubun uzaklaşmasını beklemesini öneririm. Mutlaka sizden daha hızlı ve sizden daha yavaş yüzücüler olacaktır ama önde başlayıp hızlı yüzücülerden tekme dirsek yemektense sakin bir suya girmek daha avantajlı. 

Ayak bileğinizde çip varsa bırakın öndeki yüzücülerle aranız açılsın. Unutmayın düz bir denizde ya da havuzda yüzmüyorsunuz. Kimse ne tarafa gideceğini bilmiyor olacağı gibi akıntının etkisiyle önceden belirlenen rotalarda ciddi sapmalar oluşacak, etrafınızda ki insanlar hiç aklınıza gelmeyecek yönlerde yüzerek sürekli önünüzü kesecekler. Duba etrafında biriken kalabalık durup beklemenize ve her bekleyiş akıntıyla birkaç metre daha sürüklenmenize sebep olacaktır.


Hızlı bir yüzücü olmadığımdan ben bu yarışa katılırken süreyi değil bitirmeyi hedef alıyorum. Keşke biri bana bunun hata olduğunu söyleseydi. Bu kadar güçlü bir akıntıda yavaş yavaş kıyıya ulaşma lüksünüz ne yazık ki yok. Bazı forum sitelerinde enerjinizi son 500 metredeki kıyıdan gelen ve sizi finishin sağına atan kuvvetli akıntıya karşı koymak için saklayın diyen önerileri okuyorum. Bunu, ilk mesafeleri rahat yüzeyim ki sonlara enerjim kalsın diye yorumluyorum. O yüzden özellikle belirtmek isterim ki ilk 1km ya da 20 dakika olabildiğince hızlı yüzmek ve karşı kıyıya mümkün olduğunca yaklaşmak durumundasınız ki geri kalan mesafeyi kıyıya paralel yüzebilesiniz. Yoksa benim yaptığım gibi finish alanına 1000 metre kala hala Çanakkale boğazının orta yerinde, büyük bir panikle akıntıya karşı mücadele veriyor ya da daha kötüsü, sizi alacak tekneyi bekliyor olabilirsiniz.


Gelecek yıllarda, Rotary bu zekice uygulamada ısrar ediyor ve 3. duba uygulamasını hala sürdürüyorsa, duba sağınızda kalacak şekilde, mümkün olan en uzak noktadan suya girin. Dubaya doğru değil karşı kıyıya yüzün, İlk 200 metre akıntı az olduğundan muhtemelen ilk dubanın oldukça solundan geçeceksiniz, üzülmeyin. Bu sizi duba etrafında ki izdihamdan koruyacaktır. Diğer dubalara varıncaya kadar akıntı sizi nasıl olsa sürükleyip dubaların üzerine atacaktır. Bu şekilde, akıntıya karşı yüzeceğiniz mesafeyi en aza indirmiş olacaksınız.

Benim bir diğer yanılgım “karşı kıyıya 1-1,5km kadar dik yüzdükten sonra Çanakkale’ye yöneleceğim ve buradan sonra akıntıyı arkama alacağımdan rehavet içinde kıyıya ulaşacağım” oluyor. Bir kere akıntıyı tam arkadan almak diye bir şey yok. Bu bisikletçi yanılgısı: Bisiklette rüzgâr tam arkadan değil de hafif bir açıyla yandan da gelse size avantaj sağlar. Yüzerken de böyle olacağını sanıyorum, siz sanmayın: akıntı sizi finish alanına değil boğazın dışına sürüklüyor olacak ve siz bütün gücünüzle yukarıda kalmak için mücadele vereceksiniz. Kulaçlar zayıfladığı ya da yavaşladığı anda akıntı sizi ilerlediğinizden daha büyük bir hızla aşağı atacak. Anlayacağınız, yönünüzü nereye verirseniz verin zulüm hiç bitmeyecek.


*Resimler Çanakkale Rotary web sitesinden alınmıştır.

2 Eylül 2013 Pazartesi

2013 Çanakkale Boğaz Maratonu

Yarışla ilgili tüm araştırmalar, forum siteleri, akıntı ve parkur bilgileri, kerteriz ve strateji belirlemeler sonrasında bu yılki yarışta yeni bir uygulamaya gidildiğini öğreniyoruz. Start alanında arka arkaya 3 adet duba olacak, ilk duba antenin solunu kerteriz alıyor, ikincisi anteni, üçüncüsü antenin sağını. Yarışçılar bu dubaların solundan geçecek, anteni kerteriz alarak tam karşıya yüzmek yerine bayrak direğini kerteriz alıp sağa doğru kayanlar dubaların sağında kalacağı için diskalifiye olacaklar.

Start verildikten sonra ben, iyi yüzücülerin arasında kalmamak için triatlonda yaptığım gibi bir kaç dakika kıyıda bekliyorum. Bu sırada yarışa başlayanların, dubaların hemen karşısından suya girmek yerine, kıyıda 100 metre daha koşup, dubaların epey soluna geçmelerine bir anlam veremiyorum. Kıyılarda ters akıntı olduğu söyleniyordu, bu durumda bu insanlar akıntıya karşı mı yüzmeyi hedefliyor? Bir süre kendime suya girecek yer beğenemiyorum. Hemen dubanın karşısından gireceğim ama bu kadar insanın bir bildiği olmalı. Diğerleri gibi 100 metre daha ileriye gidebilirim ama çip çoktan okundu, zaman kaybediyorum. (burada tasarruf ettiğim 30sn nin akıntıda bana 40 dakikaya mal olacağını henüz bilmiyorum) Artık bir noktadan başlamak gerek diyerek ilk dubanın az solundan Eceabat’ın ılık sularına kendimi bırakıyorum. Bıraktıktan iki üç kulaç sonra, insanları yönlendirmek için, daha doğrusu “buradan geçmeyin” demek isteyen, kıyıya paralel çekilmiş yosunlu pis ipe dolanıyorum. Suya sonlarda girmenin bir faydası da bu: arkamda rezil olacak kimse yok. Üç duba boyunca daha nelere dolanacağımı bilmeden yarışa başlıyorum.

650 kişiyi daracık bir kanala sokup," hepiniz dubanın solunda kalacaksınız" dendiğinde ben böyle bir izdiham yaşanacağını düşünmemiştim. İlk dubaya ulaşmak en kolayı oluyor ama kıyıdan açıldıkça akıntı kuvvetlenip bizi güneye Kilitbahir’a, dubalarında sağına doğru sürüklüyor. Ne var ki dubanın sağında kalırsak diskalifiye olacağız düşüncesi ile onlarca insanla beraber sürekli sola, kuzeye, bilmeden akıntıya karşı yüzüyoruz. Akıntı sürüklüyor biz inatla dubanın soluna yüzüyoruz. Kollar bacaklar birbirine giriyor, insanlar birbirinin üzerinden, altından geçiyor. İkinci dubaya yaklaşıncaya kadar sağımda solumda birilerini gördüğümde nezaketle durup bekleyen ben, 100 metre ötemizde olduğu halde bir türlü varamadığımız ikinci dubayı yakalama paniğiyle, kimseyi umursamamaya başlıyorum. Diğer umursamayanlardan biri arkamdan ayağımı çekiyor, bir diğeri yanımdan geçerken böğrüme diresek atıyor, suratıma bir yumruk yerken o hengamede çip ayağımdan çıkıyor! Yarış kurallarında çipi kaybeden diskalifiye olur diyordu, durup sarkan parçayı, hala bileğimde olan kısmına tıkıştırıyorum. Bunu, her durduğumda akıntının beni ne kadar geriye attığını bilmeden, yarış süresince defalarca yapacağım. 

İkinci dubayı güç bela geçerken sağ tarafımda, yaklaşık 50 metre ileride, hiç birinin dubanın solunda kalmak için çaba harcamadığı, onlarca insan görüyorum. Üçüncü duba ise bitmek bilmeyen bir mücadeleye dönüşüyor bizler için. 100 metre ileride gördüğümüz duba hiç yaklaşmıyor. Kıyıdan bakınca son dubanın diğer dubalara göre biraz daha bayrağa-Çanakkale’ye doğru yerleştirildiğini gördüğümden o sırada Çanakkale’ye doğru yüzdüğümü sanıyorum. Öncelikli hedef 3. dubanın solundan geçmek olduğundan dağlara bakıp anten ne tarafta kaldı diye aranmak aklıma gelmiyor. Balonu takip etmek zor gelince, daha önce burada böyle bir kerteriz noktası görmediğimi düşünerek, tepenin üzerine yerleştirilmiş radarı kerteriz almaya karar veriyorum. Sağdan nefes aldığım için sol tarafta olan bitenden habersizim. Bir ara kafamı çevirip Çanakkale’ye ne kadar yaklaşmışım diye kontrol etmek istiyorum. Solumda binalar görüyorum ama Eceabat'a yaptığım iki feribot seyahatine rağmen Çanakkale’den önce böyle bir yerleşme olduğunu hatırlayamıyorum. Son 20 dakikadır 100 metre ötemde duran dubaya yetişemedikçe benim değil, akıntıyla dubanın sürüklendiğini sanıyorum.



Yarış öncesinde akıntının nereden geldiğini hepimiz çok iyi öğrenmiştik ama dendiği gibi “akıntıyı hissedeceksin, sürüklendiğini anlayacaksın kısmı külliyen hata. Yüzerken insan akıntının sürüklediğini anlamıyor, sadece biliyor, acemiyse bilmiyor... 27 yıldır bu işi organize eden Çanakkale Rotary’nin yöneticilerinin bizi 40 dakika boyunca akıntıya karşı yüzmeye zorlayacak böyle bir hata yapabileceği aklımın ucuna bile gelmiyor. Birçok yarışçının neden dubaların hizasını 50-100 metre geçtikten sonra suya girdiğini ancak bu mücadele sona erdiğinde anlayacağım. Dubayla aramda hala 100 metre varken teknelerden birindeki görevli “artık antene doğru yüzün, dubayı bırakın” deyinceye kadar nasıl bir durum içinde olduğumu anlamıyorum. Yön belirlemek için durup, yaklaşık 40 dakikadır suyun içinde çırpındığımdan, çoktan geçmiş olduğumu zannettiğim anteni arıyorum. Start alanında karşımda olan direk şu anda açık ara sağımda. Arkamı dönüyorum: Eceabat plajından sadece 200 metre kadar açılmışken start alanından 200 metre kadar kuzeye doğru yüzmüşüz. Son 40 dakikadır 3. dubanın peşinde Çanakkale yerine Marmara'ya doğru yüzen yüzücülerin birçoğu durumu anlayınca teknelere biniyor. 90 dakikalık cut off süresini aşacağımı düşünerek ben de binmek istiyorum çünkü yarım saat içinde Çanakkale'ye varmış olurum diye düşünürken, en iyi ihtimalle 10 dakika sonra ancak yarışa başladığımız noktaya gelebileceğim! Ama tekne bulamıyorum…

Ve yarışa başladıktan 30-40 dakika sonra, start alanının sadece 200mt açığından ve ne yazık ki 200 metre kuzeyinden, ilk başta planladığım gibi önce anteni, sonra bayrağı, sonra stadyumun direklerini kerteriz alarak, akıntı beni Kilitbahir'a atmadan finishe ulaşma şansım olup olmadığını bilmeden, bütün gücümle akıntıya karşı yüzmeye başlıyorum. Stadyum direğini kerteriz almaya başladığımda hala Eceabat kıyısına daha yakınım ve hala kıyıya paralel değil dik yüzüyorum. Çanakkale boğazının tam orta yerinde, yapayalnız yüzerken, finish alanı ile bir türlü aynı hizaya gelemediğim için daha çok panikliyorum. Akıntı beni boğazın dışına atıyor ve ben periyodik olarak aynı şeyleri düşünüyorum:" Ulaşamayacağım", "Çok mu aşağıda kaldım?", "Tekneler nerede? Neden beni almaya gelmiyorlar?", "Diğer insanlar nerede? benden daha aşağıda kalan var mı?", "Allahım, en sondayım!", " Sonuncuysam, cut off a da girdiğime göre artık tekneye çıkayım, neden gelip beni almıyorlar?", "Yok, sonuncu olabilirim ama teknede değilim, ulaşabilirim, daha hızlı yüzmeliyim". Ara sıra nerede olduğumu, finish alanının yukarısına geçip geçemediğimi kontrol etmek ya da çipi ayağıma dolamak için duruyorum ve her duruşumda boğazın çıkışına doğru 5-10 metre sürükleniyorum. Bunu dendiği gibi hissetmiyorum, kerteriz noktalarına bakarak anlayabiliyorum.

O kadar uzun süre yalnız yüzüyorum ki herkesin beni geçtiğinden, geçmeyen herkesin  de teknelere bindiğinden emin, bir teknenin de gelip beni almasını bekliyorum. 90 dakikadan sonra feribot geçişi başlayacak. Tekneler beni almaya gelmediklerine göre beni göremiyorlar. Ya feribot ve büyük gemiler de beni görmezse? Ya bana çarparsa, ya pervanenin girdabına girersem? Deniz anaları, ağzımın içinden çıkmayan dalga, suyun içinde asılı duran ve geçerken bana takılan kocaman yosunlar, yalnız kaldığım süre uzadıkça beni ürkütmeye başlıyor, kimse beni almaya gelmiyor…

Yarış öncesi en çok konuşulan şey: "Dur Yolcu" yazısı hizasında finish alanı tam karsınızda kalmıyorsa finish i kaçıracaksınız demektir. Çünkü son 500 metre kala sizi boğazın çıkışına atan güçlü bir akıntı başlıyor. O yüzden ben finish alanı yerine,cok daha solda kalan, stadyum direklerine doğru yüzmeye devam ediyorum. Finish alanı en nihayetinde sağımda kaldığında kıyı ile aramda ki mesafe 200 metre kadar. Normal olarak artık direk finishe yüzmem lazım ama o kadar korkuyorum ki akıntı yüzünden finishi kaçırmaktan, hala finishe yüzmek yerine feribot iskelesine doğru yüzmeye devam ediyorum. Etrafımda dolanan tekneler, yarış süresi bittiği ve suda benden başka kimse kalmadığı için beni almaya geldi sanıyorum. Her yaklaşan tekneye “Çıkayım mı, bitti mi yarış?” diye soruyorum, yüz diyorlar, yüzüyorum. En nihayetinde bi tekne gelip, bu tarafa doğru yüz artık diye finish i gösteriyor! 

Finish alanının bulunduğu cepte oluşan ters akıntı ile son 100 metresi zulüm olan bir mücadele ile 1:38:24 de kıyıya ulaşıyorum.


Benim Çanakkale Boğaz Yarışı Hikayem

30 Ağustos 2013 de Çanakkale Rotary organizasyonuyla gerçekleşecek Çanakkale Boğaz yarışına katılmaya karar veriyorum: Lisans istenmiyor, sadece doktor raporu; 400m yi illa 8 dakikanın altında yüzeceksin denmiyor, bunun için seni teste tabi tutup bu sürenin altına inemezsen kayıt parasını verdiğin halde seni elemiyor; önce ki yıllarda federasyonun düzenlediği yarışlardan birine katılmış olma zorunluluğu getirmiyor.

Yarışa hazırlanmak için 5 haftam varken eksiklerimi düşünüyorum:
  • Daha önce 1400m den uzun, haftada 2 günden fazla yüzmedim,
  • Çeşme’de derinliği 1,5mt yi geçmeyen kum dipli plajı saymazsak açık su tecrübem yok, sadece havuzda yüzdüm,
  • İçinde yüzdüğüm en büyük dalganın boyu, aynı zamanda katıldığım tek yarışım olan Çeşme triatlonunda, 30cm i geçmiyordu,
  • Akıntıda yüzme tecrübem yok, denizanasından hiç hazzetmem, dibini göremediğim vahşi denizlerden ürkerim.
Cesaretimi nereden aldığımdan emin değilim; cehaletimden ya da ilk triatlon yarışımda sudan, Alpay gibi tecrübeli bir triatletin bir kaç saniye ardından ve 4. çıkmamdan olabilir. 750 metreyle 6500 metreyi kıyaslamak ne derece doğru o ayrı konu, zira havuzda ki en uzun antrenmanım dinlenmeler dahil 45 dakikayı geçmezken, suyla en uzun temasım 2 saat, o da Bornova Sultan Hamamında. Yine de katılıyorum, kaydımı yaptırdım.

Yarışa kadar olan sürede, haftalık antrenman sayısını değiştiremiyorum ama günlük antrenman mesafemi 1400 metrelerden 2000 metrelere çıkarıyor, bir yandan da yarış stratejimi belirleyebilmek için, Çanakkale boğaz akıntısı ve yarış stratejileriyle ilgili bulduğum her şeyi okuyor, yüzüyoruz.com da Turgut Esen'in paylaştığı Çanakkale boğazı akıntı bilgilerini tabiri caizse hatmediyorum.



“Çanakkale Boğazı’ nın kuzey ağzıyla Ege kıyısındaki ağzı arasında 20 cm lik bir düzey farkı vardır. Burada üst ve alt akıntı olarak birbirlerine ters iki akıntı sistemi vardır. Marmara’dan gelen sular üstten Ege’ye Ege suları ise alttan Marmara’ya akar. Alttan gelen tuzlu Ege suları saniyede yaklaşık 50 cm hızla ilerler, hızı üst akıntıdan birkaç kez daha fazladır. Boğazı geçen üst akıntı kenarda kıyı şeklinin neden olduğu bazı ters akıntılar oluşturur. Bu ters akıntılar Anadolu kıyılarının güney ve orta kesimlerinde daha belirgindir.
Yüzey akıntıları İstanbul Boğazı ‘na nazaran daha düzenlidir. Nara’ya kadar olan bölgede akıntının genel hızı 1,5 – 2 mil dolaylarındadır. Nara’dan sonra ise akıntı yaklaşık bir kat daha hızlı akar. Gelibolu önlerinde 2 mil, Nara önlerinde 4 mil, Kilitbahir önlerinde zaman zaman 4 mil hızla akar” (*akıntı bilgileri ve resim Çanakkale Rotary Kulübü web sayfasından alınmıştır.)

Yarışın başında kuzey akıntısından maksimum yararlananların avantajlı olacağı aşikar ancak bundan yararlanma uğruna finish noktasını kaçıranların sayısı 2010 yılında toplam katılımcı sayısının yarısı kadar… Start alnından çıkan ilk mavi ok karşı kıyıdaki anteni gösteriyor. Kuvvetli yüzücülerin ilk kerterizi antenin hafif sağı olurken, acemi ya da yavaş yüzücülere antenin biraz solunu kerteriz alması öneriliyor. Boğaz akıntısı çok güçlü olduğundan, yavaş bir yüzücünün, karşı tarafa ulaşamadan akıntıya kapılarak Kilitbahir’a doğru sürüklenmesi kuvvetle muhtemel. Zaten siz karşı kıyıya dik olarak yüzerken akıntı sizi Çanakkale’ye doğru hızla atıyor.

Bu iki kişi dışında kimseye yarışa katılacağımı söylemiyorum. Bu konuda kimseyle konuşmak, tavsiye almak istemiyorum çünkü akıllıca bir şey yapmadığımın pek ala farkındayım. Yüzücü değil koşucu(!) olmamın dışında yeterli dayanıklılık antrenmanım yok, uzun mesafem yok, akıntıya karşı yüzmek için gerekli interval antrenmanım yok, açık su deneyimim yok, akıntının tehlike oluşturabileceği herhangi bir boğaz tecrübem yok, yani yok da yok…

Yarıştan bir gün önce ki brifingde karşılaştığımız, tecrübeli bir triatlet ve aynı zamanda ironman olan bir karga (mavikarga) bana “senin ne işin var burada? Sen yüzemezsin ki” diyor. Ciddiyetinden emin olamıyorum ama böyle bir şakanın iyi bir yüzücüye yapılmayacağını da tahmin edebiliyorum. O yüzden, ertesi gün,  yarışın başlamasına az bir zaman kala, hala üzerimde şort ve t-shirt, sırtımda çantam, toplanma alanında gezinirken sevgili Handan ve Can’a rastlıyorum. “Buraya kadar gelmişsin, vazgeçme, en kötü tekneye el edersin alır seni” diyor Handan. “Vazgeçme, suya bir gir, eğleneceksin aslında” diyor Can. Bu “eğlenme” fikri beni ikna ediyor ama Can’ın, yarışa katılmam konusunda ısrarcı davrandığı için sonradan endişe duyduğunu, ben ancak ve neyse ki yarıştan 2 gün sonra öğreniyorum!


12 Ağustos 2013 Pazartesi

Çeşme Triatlonu 2013

İnsan hiç bilmediği bir yarışa kendini hiçbir zaman hazır hissetmiyor. Bu yıl mutlaka katılacağım dediğim Çeşme triatlonunun tarihinin,düşündüğümden 1 ay önce olduğunu öğrenince ilk tepkim “yok hazır değilim, katılamam” oluyor. Kağan “daha ne hazırlanacaksın, her gün antrenman yapıyorsun” deyince evet diyorum, daha ne hazır olucam?

Sprint yarışı kısa ama hızlı bir yarış, bense hiçbir zaman hızlı olmadım. Daha önce duatlon a katılmışlığım var, aşağı yukarı bisiklette ve koşuda nasıl bir performans sergileyeceğimi biliyorum ama hiç yüzmedim. O yüzden triatlon genelinde ne kadar çuvallayacağım hakkında bir fikrim yok. 

Yarıştan önce emin olamadığım konularda bilgi almak için bazı arkadaşlara mesaj atıyor ya da arıyorum. Bir yıl önce Mavi Karga kulübünü kuran ve kulübe üye toplamak adına, yarışlara ferdi olarak katılmayı tercih eden sporculara, aralarında aldıkları kararla, bilgi vermeyi, motive etmeyi, tebrik ve takdir etmeyi kesen kargalar her zaman ki gibi eylemlerinden ödün vermiyorlar. Telefonlar açılmıyor, mesajlara geri dönülmüyor, yarış öncesi bilgi verilmiyor hatta Mavi Karga sitesinde linki verilen triatlon bilgisi aynı gün siteden siliniyor.

Triatlon federasyonu bir yandan bu spor dalı halk arasında yayılsın, katılım artsın diye uğraşadursun, İzmir il temsilcisinin aynı zamanda bir karga olması, ferdi yarışmayı tercih eden İzmirli sporcular için ciddi anlamda talihsizlik…

Velhasıl, insanın hiç bilmediği bir yarışa katılması yeterince zorken, bunu hiç bilmediği bir yerde ve hiç tanımadığı insanlarla yapması işi daha da zorlaştırıyor. Neyse ki Çeşme bildik bir yer diye sevinirken yarış güzergahı, yarıştan 2 gün önce, trafiğin kapatılamaması sebebiyle Çeşme merkezden Çiftlikköy’e alınıyor. Bense antrenmanımı iki gün boyunca yanlış yerde yaptığımla kalıyorum. Yarıştan bir gün önce, tüm yarışmacıların katılmasının zorunlu olduğu teknik toplantıda 40-50-60+ yaş gruplarının yarış saati değiştirilerek en öne alınıyor ve tüm yaş grupların saati kayıyor. Alpay Akhun’un yarış sonrası cycling.tr a yazdığı yazıda, teknik toplantıya katılma zorunluluğundan dolayı dinlenememekten yakınan bir sporcunun sitemlerini okuyunca şaşırıyorum, zira o toplantıda olmayıp yarışa katılan birçok sporcu vardı. Buna da o sporcunun “ferdi” şanssızlığı diyelim…

Yüzme etabı: Alpay Akhun, triatlona yeni başlayanlar için yazdığı yazıda, yavaş bir sedanterin (günlük yaşamında sporla pek alakası olmayan kişi) 750m yi 15 dakikada yüzeceğini öngörüyor. Bu, benim havuzda ki derecem! Denizde yüzülen derecenin her zaman havuzda kinden daha yavaş olacağına dair bugüne kadar okuduğum yazıları göz önüne alarak durumumdan epey endişe ediyorum. Urla yüzme yarışında Noyan'ın, son grubun arkasında kalan yüzücülerin arkadan gelen cankurtaran botuna alınması için ısrar edilmesinden, yarışlara yabancı olan tecrübesiz sporcuların hevesinin kırıldığı sebebiyle şikâyetçi olduğunu hatırlıyorum. Eğer bu triatlon yarışı için de geçerliyse cankurtaran botuyla karaya çıkmak istemiyorum.
 
Yarışı izlemek ve destek olmak için gelen annem de, suya birlikte gireceğim 50 iri kıyım erkeği görünce Nur ne yapacak bunların arasında, can kurtaran botuna alınır herhalde diye düşünüyor. Birbirimizden habersiz aynı endişeyi taşırken, daha önce belirlediğim stratejiye bağlı kalarak, diğer sporcularla çarpışmamak ve üzerimden geçmelerine engel olmak için, start düdüğünden sonra yerimde 10a kadar sayıyorum. Su içinde navigasyonumun iyi olduğunu biliyorum, çok fazla kafamı sudan çıkarmadan ilk dubaya ulaşıyorum, bu yüzden diğer yüzücülerden habersizim. İkinci balona giderken dalgalar büyüyor ve tam karşıdan gelmeye bağlıyor. Mehter marşıyla yürüyor gibi, her iki kulaçta bir az önce geçtiğim kayayı tekrar görüyorum. Neyse ki dalgaların büyüklüğü, sanırım yönü sebebiyle, alışık olduğum sağ taraftan nefes almamı zorlaştırmıyor. İkinci dubaya kadar kendimi “bu dalga herkes için var, ben ne kadar zorlanıyorsam onlar da o kadar zorlanıyor” diyerek teselli ediyorum.  Ha bir de “ikinci dubadan sonra dalga arkamdan gelecek, her şey çok kolay olacak” yanılgısıyla… İkinci dubadan sonra dalga tam arkadan gelmediği için beni sağa doğru itiyor. Bu durumun çıkış noktasının sağına düşmeme sebep olacağını bildiğimden sık sık kafamı sudan çıkarıp kıyıyı kontrol etmek zorunda kalıyorum. Bu arada nasıl olduysa ikinci dubadan sonra kendimi bir mavi karganın kah ayağının dibinde kah böğründe buluyorum. Harika draft noktaları… Sudan Alpay’la birlikte çıkıyoruz, daha doğrusu ben, az serinlemişim de şimdi havlumu serip güneşlenecekmişim edasıyla salınırken Alpay aniden şahlanıyor, kükrüyor ve kelimenin tam anlamıyla 4 nala koşmaya başlıyor. O anda hatırlıyorum ki bu bir yarış. Koş diyorum bacaklarıma ama beni dinlemiyorlar!




Bisiklet: Sudan dördüncü çıkıyorum ama o kocaman erkeklerin bisiklet etabında beni çiğ çiğ yiyeceklerini biliyorum. Duatlonda edindiğim tecrübeyle bisikleti ters bırakan az sayıda sporcudan biriyim. Aslında her şeyi doğru yapmıştım, kaskımı, kafama takış yönünde gidona bırakmış, pedalı ayağımı kilide takıp hemen hareket edecek şekilde 10u 20 geçe pozisyonunda bırakmıştım. Ne var ki bisiklet hareket ederken pedal  12ye çok yaklaşıyor, diğer pedalı yukarı almak için uğraşırken zincir çıkıyor. Yetmiyormuş gibi triatlonu sunan kişi elinde ki mikrofondan “Nur hanım, triatlona katılmak Çeşme'de tatil yapmaya benzemez” diye bağırınarak rezilliğimi herkese duyuruyor! 

Bisiklet etabı git dön 8 tur.  Yarıştan önce bisiklet dönüşlerinin çok rahat olduğunu okumuştum ama o yazı herhalde Çeşme merkezde yapılacak yarış için yazılmıştı. Zira iki şeritli yolun orta yerine kukuleta konarak düzenlenmiş dönüşler, etrafına toplanan kalabalıkla birlikte hiç de rahat görünmüyor. Hele benim gibi sol tarafa dönemeyen biri için 15 dönüş çok zalimce! Nitekim zaten yeterince yavaşlamak zorunda kaldığım dönüş noktalarında, son birkaç turda yorgunluğumun artmasıyla, durma noktasına ulaşıyorum. Antrenmanlarda bu dönüşlerde durup bisikleti elimle döndürüyordum, en azından bisikletten inmeden ve düşmeden 15 kez dönmeyi başarıyorum.




İlk turda garmine bakıp toplam mesafenin 21k dan uzun olacağını hesaplıyorum olur da sayarken şaşırırsam diye. 7.turda, son tura başlarken seyircilerden biri “Nur bitti”  diye sesleniyor. Garmin 20,4k yı gösteriyor, yanlış sayıp saymadığımdan emin olamıyorum. Fazladan bir tur atmanın bana 6 dakika kaybettireceğini hesaplamak moralimi bozmama, geri dönüp dönmemek konusunda ki kararsızlığım yavaşlamama sebep oluyor.  Birçok sporcunun, tur saymak yerine km ye baktığı için eksik turdan elenmesine sebep olan bisiklet etabı 23.2km de bitiyor.

Koşu: Nedense koşunun, bisiklet parkurunun tamamını, yani 2600m yi 2 kez koşarak 5k da biteceğini düşünüyorum. O yüzden 600m de ki dönüş noktasını görmüyorum bile. Arkamdan “bayan, bayan” diye bağırılmasına da aldırış etmiyorum çünkü bana değil de, koşu etabının gerçekleştiği kaldırımı kaplayarak yürüyen 4 kadına seslendiklerinden çok eminim. Görevlinin seslenmekten vazgeçtiği bir anda, dönüş noktasından 50m kadar uzaklaştıktan sonra dönüp arkama bakıyorum. İyi ki bakmışım yoksa bisiklette kaybetmekten korktuğum zamanı, 1200m fazla koşarak kaybedecekmişim. Yüzmeden hemen sonra tuzlu ve ıslak bisiklete binmek beni rahatsız etmiyor ancak koşu sırasında tuz dudaklarımı dağlıyor. Organizasyon tarafından su verilmiyor, seyircilerin de su vermesi yasak. İkinci turun başında masada oturan bir görevli “susamış görünüyorsunuz” deyip yarısını içtiği ısınmış suyu bana uzatıyor, 5 km boyunca önünden her geçişimde el sallayıp teşekkür ediyorum.

Bisiklette ne kadar yorulursanız yorulun, yüksek kadans ve nabıza alışmış bacaklar koşuya çok hızlı başlıyor. İlk km ne olduğunu anlamadan geçiyor, kalan 4km ise, Cemil'in dediği gibi, “geriye kalan nedir ki? Nefes almadan bile koşarsın”

İlk triatlonumda duatlonda ki gibi yaş grubumda tek kişi katıldığım için tek başıma kürsüye çıkıyorum. Beni gerçek anlamda motive eden ise tüm yaş gruplarında İpek Onaran ve Virginie Arslan’ın ardından üçüncü olmam.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Çiğli-İzmir Duatlonu


Yarış sabahı saat 9.00 da kayıt yaptırmak üzere yarış alanına giderken aklımda kuytu bir köşede kilidi açma, ayağımı kilide geçirme, düşmeden viraj dönme gibi beceriler üzerine çalışmak var. Bu ilk yanılgım…

O güne kadar ki bütün yarışlarım sabah erken saatte olduğundan hafif bir kahvaltı ile yetinmeme rağmen o gün yarış 14.00de. Sabah erken saatte kahvaltı edersem yarıştan iki saat önce bir şeyler yiyecek kadar acıkmış olurum düşüncesiyle 7.00de kahvaltı ediyorum. Bu da ikinci hatam…

O hengâmede kaydımızı ancak ilk grup yarışa başlarken tamamlayabiliyoruz. Pedalı takıp çıkarma çalışması yapayım diye düşünürken bisiklet ve kaskı yarış alanına bırakmak gerektiğini öğreniyorum. Dahası, yarışı seyret, arkadaşlarla sohbet et, taktikler öğren derken günün heyecanı da buna eklenince hesapladığım gibi yarıştan 2 saat önce karnım acıkmıyor.

Yarış anonsu ile birlikte açlığımı da hissetmeye başlıyorum. Enerji içeceğini almak için çantayı bıraktığım yere doğru yürürken “adı okunduğunda burada olmayan yarışmacılar diskalifiye edilecektir” anonsunu duyunca, geç başlayan yarışlarda kahvaltıyı mümkün olduğunca erteleyip yarış başlamadan 2 saat önce güçlü bir kahvaltı yapmanın en avantajlısı olduğunu anlayıp koşarak start alanına gidiyorum.

Koşu boyunca açlığımı unutuyorum ama hızlanamıyorum da… Yarış sonunda önceden belirlemiş olduğum ortalama hızda koştuğumu fark edecek olsam da karşıdan esen rüzgar, alışık olmadığım toprak yol, hızımı azaltan keskin virajlar ve son turda tur bindiren bir grup yarışçı 5k boyunca bende çok yavaş gittiğim hissi uyandırıyor.  

Değişim alanına geldiğimde kilitli ayakkabıya geçmenin bana avantaj sağlamayacağını, aksine zaman kaybettireceğini biliyorum ama bu yarış kürsü değil tecrübe yarışı olacaksa günlük antrenmanlarda tecrübe edemedim hiçbir şeyi burada atlamamam gerektiğini düşünüyorum. Yarıştan 1 hafta önce internetten değişim alanlarıyla ilgili yazı okurken “birkaç km koştuktan sonra yüksek nabızla ayakkabı değiştirmeyi deneyin” ile ne demek istendiğini burada anlıyorum. Öyle yazıldığı gibi “bir ayağınızla diğer ayağınızda ki ayakkabıyı çıkarırken diğer yandan kaskınızı giyin” falan tamamen hikâye… Kalbiniz ağzınızda atarken ne ellerinize söz geçirebiliyorsunuz, ne de tek ayak üzerinde dengede durabiliyorsunuz, nerede kaldı her ikisini aynı anda yapmak…

En nihayetinde bisikletin üzerine yerleştiğimde kilide ayağımı geçirmeye çalışmak beni de etrafta ki seyircileri de epey eğlendirse de, bisiklete düşündüğümden hızlı başlıyorum ve rüzgârın tam karşıdan geldiği zamanlar dışında bunu koruyorum. 3. turun sonlarına doğru bacaklarımda birikmeye başlayan laktik asit bisikletten sonraki koşuyu çıkarıp çıkaramayacağım konusunda beni endişelendirmeye başlayınca birinin arkasında dinlenmek istiyorum, izin vermiyor. Son tura girdiğimde artık çok yorulmuş olacak ki kaçamıyor, kaçamıyor ama bana bir fayda sağlamamak için hızı 29km/sa den 23km/sa lere kadar düşüyor. Rahatım yerinde, kendi yaş gurubumda yarışa katılan tek kişiyim. Yarışı, bisikleti sırtıma alıp bitirsem yine kürsüdeyim. Koşu için enerjimi toplamış olacağımdan teselli bularak son 4km yi bu düşük ortalama ile arkadaşın dibinde kat edip birlikte değişim alanına ulaşıyoruz. 



2,5km yi koşarken başkasının bacaklarıyla koşuyor hissine kapılıyorum. Bana yürümekle sürünmek arasında tamamlamışım gibi gelen koşuyu ortalama 4.55 pace ile geçtiğimi görmek beni şaşırtıyor. 1:27:00 lik derece beni, hak ettiğimden şüpheye düştüğüm kürsüye hiç alkışsız, tek başıma çıkartıyor.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Uçan Deve

İlk duatlonumun ardından bir tane bile fotoğrafım yok. Ne koşarken, ne bisiklette, ne de kürsüde… Yarıştan 15 gün sonra bir arkadaşım Cyclingtr ın youtube da yayınladığı videosunda benim de göründüğüm haberini verince bilgisayarın karşısına kurulup seyre dalıyorum.

Yarışlara katılmaya karar verdiğimden beri koşu-bisiklet-yüzme teknikleri, yarış stratejileri, giyinme, beslenme, antrenmanlar hakkında epey araştırıyorum. 4 yıldır herhangi bir triatlon yarışına katılmaya cesaret edememiş olsam da bugüne kadar okuduğum onlarca kitap, sayısız triatlon dergisi, internetten ulaştığım yazılar ve videolar sayesinde teoride mükemmele(!) ulaşıyorum.

Bu okumuşluklar arasında bir koşu tekniğidir gidiyor. Yahu benim bildiğim insan doğar, büyür, yürür ve koşar, içgüdüseldir. Balığa yüzmeyi öğretmek gibi bir şey bu! O yüzden sık sık karşılaştığım “koşu bandında ayna karşısında çalışın, sıçramayın, kolunuz gövdenizin merkezini geçmesin, dik koşun” gibi uyarılara kulak asmıyorum: ay o ne saçmalık, tabi ki öyle koşmuyorum ben!

Her ne kadar yorgunluktan bitap düşüp, içe içe basmaya başlayan ayaklarımı seyretmeye dalıp da fotoğraf çekildiğini fark etmediğim zamanlarda karelere bir hilkat garibesi görüntüsü versem de ben bunun hep, o sırada ya çok yorgun ya da düşük tempoda koşuyor olmamdan kaynaklandığına inanmışımdır. Fotoğraflarda ayakları yerden kesilmiş, kameralara zafer işareti yaparak poz veren birçok koşucu, fotoğrafçının deklanşöre basmasından 5-10 sn öncesinde dili susuzluktan dışarı çıkmış, omuzları yorgunluktan düşmüş, suratı sarkmış olarak yürümekte, yürümüyorsa da sürünmektedir. 100mt önümüzde aniden dikleşen, canlanan, hızlanan diğer koşucular bizim için, az ileride ki radarı haber vermek üzere karşı şeritten selektör yapan araçlar gibi uyarıcı niteliğindedir: dikkat fotoğrafçı var!

O sebepledir ki ben yarış sırasında çekilmiş çoğu fotoğrafıma bakarken bir estetik harikası olduğumu düşünmüşümdür. Ta ki Cyclingtr ın videosunu izleyinceye kadar.



Videonun ortalarına doğru uzaktan koşarak gelen kendimi kıyafetimden tanıyorum. Yaklaştıkça gözlerime inanamıyorum. Omuzlarım yukarı aşağı inip kalkarken gövdem sağa sola dönüyor, kollarım oradan oraya savruluyor ve ayaklarım yere konarken dışa, yerden kalkarken içe basıyor. Bu hareketi benim diyen tangocunun yapamayacağına bahse girerim! Triatlon mayosunun üzerine giydiğim uzun kollu forma üzerime tam oturmadığından elimin kolumun, omzumun, gövdemin garip salınımlarına uyarak sağdan sola yukarıdan aşağıya bir devinim içinde. İnanılır gibi değil! Bir kelebekten çok uçan bir deveyi andırıyorum. Çocukken okuduğum ve çok etkilendiğim Samed Behrengi'nin kitabı geliyor aklıma: Püsküllü Deve. Ama iyimserliğin lüzumu yok. Bu görüntüler kitapta adı geçen sevimli oyuncak deveden çok uzak, anca hörgüçlü deve! 

Tez zamanda koşu bandı üzerinde, ayna karşısında çalışmalara başlayacağım!

21 Mart 2013 Perşembe

İzmir Duatlonu’na Hazırlık

17 Mart tarihinde gerçekleşecek olan İzmir Duatlonu’ndan haberim 9 Martta oluyor. Tabi ki ilk tepkim “aa çok az kalmış, katılamam” oluyor. Bütün bir günü bunu düşünerek geçirdikten sonra, kendimi yarışa katılmaya ikna ediyorum: rezil olacaksam bu bulunmaz bir fırsat. O yarışa katılacak herkes arkadaşım ve benim uçamadığımı zaten biliyorlar.

Yarışa son kayıt tarihi olan Çarşamba gününe kadar yetişir umudu ile Pazartesi ilk iş lisans çıkarıyorum. Aynı gün bir işim daha var: yazın mavi karga koşusuna katıldığımda kısa bir süre sohbet ettiğim Kutlu bana triatlon yarışı sırasında ayakkabı bağcığı yerine kullanabileceğim renkli lastiklerden bahsetmiş ve nerde bulabileceğimi tarif etmişti. Karşıyaka çarşısında ne kadar arasam da İngiltere'de abimin kullandığı cicili bicili renkli lastiklerden bulamıyorum. Demeye dilim varmasa da o güzelim ayakkabılarıma beyaz don lastiği geçiriyorum. Ertesi gün salonda karşılaştığım Levent her ne kadar “ayakkabılar o kadar afilili ki don lastiğinin bile havasını değiştirmiş” diye beni teselli etse de bildiğimiz don lastikli ayakkabılarım bu işe daha da amatör bir hava katıyor.


Son iki gün dinlenmem gerektiğini hesaba katarak yarışa hazırlanma için sadece 4 günüm var. İki günü brick e (bisiklet+koşu, koşu+bisiklet) iki günümü de kilitli pedalla kullanacağım bisiklet antrenmanına ayırıyorum. Salı sabahı kilitli pedalla yola ilk çıktığımda durduğum yerde bile kilide ayağımı geçiremiyorum, bunu bir ara çalışmam lazım. Arabanın geçmesini beklemek için durduğumda kilidi çıkarmakta zorlanmıyorum ama tekrar hareket ettiğimde ikinci kilide ayakkabıyı geçiremiyorum. Henüz kilitli pedalla, sadece kilide takılı ayağımı çevirmeye devam edebileceğime vakıf olmadığımdan, ikinci ayağı kilide takmayı başaramadan bisiklet yolun tam orta yerinde duruveriyor. Bunu da çalışmam lazım.


Planım Sasalı’ya kadar ısınıp, yarış alanında yüksek hızla bir ya da iki tur atmak. 1. arıtmaya gelince tek ayak pedal antrenmanı yapmaya karar veriyorum. Sol ayağım pedalda, sağ ayağım suluğun üzerinde, kendimi hilkat garibesi gibi hissederek kolay görünen ama çok rahatsız bir pozisyonda antrenmana başlıyorum. Oflaya poflaya 1km nin dolmasını beklerken garmini kontrol ediyorum. 200mt kalmış, kafamı kaldırmamla havlayarak bana doğru koşan 3 tane köpekle burun buruna geliyorum. Sağ ayağımı pedala takmak istiyorum olmuyor, dengemi kaybediyorum önce sola sonra hızla sağa köpeklerin üzerine yalpalıyor bisiklet. Köpekler kaçar sanıyorum ama kaçmıyor. Köpekler havlıyor, ben bağırıyorum. Sebebini o anda bilmiyorum ama sonradan içgüdüsel bir davranış olduğunu düşüneceğim. Vahşi hayvanların kavga etmeden önce uzun uzun bağırdıklarını ya da uluduklarını, kimin sesi daha gür çıkarsa diğerinin kavgaya yeltenmeden bölgeyi terk ettiğini öğrenmiştim. Bence benim sesim daha gür çıkıyordu ama bu köpekler ya sağır ya da şehir hayatı onlara içgüdülerini kaybettirmiş. Daha önce ortalama bir sokak köpeğin saatte 40km hızla koşabildiğini duymuştum. "Sadece 100m koşabilir o hızla" demişti biri. Bu köpekler beni saatte 34km hızla tam 1km kovalarken gözüm yerden 2 mt yüksekteki tepenin üzerinde benim 3-4mt önümde hiç havlamadan koşan 4. köpekte. Arkadakiler duruyor, 50mt sonra 4. köpek tepeden aşağı inerek ardıma düşüyor. O havlıyor ben bağırıyorum. Bu korku ve adrenalinle bile yapabildiğim max hız 34 ise bu yarıştan fazla bir beklentimin olmaması gerektiğine oracıkta karar veriyorum.


Yol boyunca iki köpeğin daha saldırısına uğradıktan sonra Sasalı yarış alanında beni görünce toplaşan köpekleri uzaktan görmemle gerisin geriye eve dönmem bir oluyor. Yarış alanında viraj çalışmayı, iki gün sonra Levent’in “ben seni korurum” güvencesiyle bu sefer çevre yolunu kullanmak suretiyle tekrar deniyorum. Yarış parkurunda sohbet ede ede ilerlerken “bu virajı hızlanıp alalım ama yan yana girmeyelim, sen öne geç” diyorum Levent’e. Levent’in 10-15mt arkasından hızlanmaya çalışırken tellerin arkasında ki boş alanda iki köpek havlayarak ileride bir noktaya kitlenmiş halde koşmaya başlıyor. Bir yerde bizi ayıran bu tellerin biteceğinden kuşkum yok. 5,5km lik parkurda Levent’in arkasında kaldığım tek 100mt burası ve köpekler bana virajın hemen bitiminde saldırıyor ve ben pes ediyorum. Köpeklere yem olacağıma, yarış sırasında risk almadan burayı yavaş geçmeyi tercih ediyorum.


Saldırı noktasının 200mt ilerisinde pedala ayağımı geçirip çıkarma üzerinde çalışırken Levent "ben virajı tekrar döneceğim" diyor. Köpek korkusuyla "ben seni burada bekliyim" diyor, kilidi unutup bekleme moduna geçiyor ve yere yapışıyorum. Yarış alanını dizimde kan, popomda kocaman bir çürükle terk ediyorum.

Bütün bu basiretsizliklerin sonucunda yarışa iki gün kala hala ayağımı kilide geçiremiyor, çıkaramıyor, 20km/sa hızın üzerindeysem virajı alamıyor, 5km/sa ile bile U dönüşü yapamıyor, 80cm aralıklı bariyerlerin arasından soğuk terler dökmeden geçemiyor, ayağımda kilitli ayakkabılar varken dengem bozulmadan bisikletten inemiyor ve hala yarışa kilitli pedal ayakkabısıyla mı yoksa koşu ayakkabısıyla mı katılacağımı bilmiyorum.

20 Mart 2013 Çarşamba

Uzun Koşulara Veda ve Triatlon

Avrasya Maratonu hezimetinin ardından her ne kadar programa tam anlamıyla uyarak bir maraton tamamlama kararı almışsam da hemen ardından gittiğim İngiltere’de 2 ay süresince uzun koşu antrenmanlarını düzenli olarak yapmak mümkün olmayınca hedefimi triatlona çeviriyorum.

Kendimi bildim bileli triatlona katılmak istemişimdir. Yarış zamanı gelip çattığında her seferinde bu işi kıvıramayacağımı düşünerek vazgeçtiğimden 4 yıldır herhangi bir Triatlon yarışında boy gösterme şansım olmuyor. Benim korkum yarışı bitirememek değil, biter, ondan eminim. Sonuncu gelmek de değil çünkü ilk katıldığım yarışta sonuncu geleceğim kuvvetle muhtemel. Beni düşündüren şu: Triatlon, koşu gibi halka açık değil. Bu işe gerçekten zaman ve emek vermiş lisanslı sporcuların katıldığı yarışlar. Bu durumda, bir, en sonuncunun ardından birkaç dakika sonra gelmek var, bir de yarış sona erdikten, yollar trafiğe açıldıktan sonra en sonuncunun 10 dakika gerisinde, seyirci yarışın çoktan bitmiş olduğunu sanarak dağılırken, hatta finish takı kaldırılırken gelmek var. İşte beni korkutan manzara bu!

Ocak ayında İngiltere’den döndüğümde, o aralar katılabileceğim bir koşu yarışı olmadığından, tarihi belirsiz bir Triatlon yarışı için hazırlanmaya başlıyorum. Dailymile a kaydettiğim antrenmanlara bakarak 5 aydır hiç yüzmediğimi görüyorum. Havuza girdimde bu rahatlıkla fark ediliyor. Tekniğimi de (vaktiyle bir tekniğim olduğunu varsayarsak) buna bağlı olarak hızımı da tamamen kaybetmişim. O kadar geriye gitmişim ki 2 aylık antrenman sonrasında bile hala eski performansımı yakalayamıyorum. Oysa her zaman suda avantajlı olduğumu düşünmüşümdür. Artık düşünmüyorum!

Koşuya aşina olduğumdan antrenmanlarda zorlanmıyorum ama bisiklet konusunda sıkıntılar devam ediyor. İlk kez yol bisikletini kilitli pedalla denediğimde durduğum yerde düşüp el bileğimi çatlatmış, Ağustos ayında ki Çeşme triatlonuna da bu sebeple katılamamıştım. Gidonda ve arka aktarıcıda meydana gelen hasarı düzeltmesi için gittiğim Kessbike da Serkan’ın tavsiyesi üzerine kilitli pedalı tamamen bırakıp alışıncaya kadar yol bisikletine normal ayakkabı ile binme kararı almıştım. O gün bugündür bir daha kilitli ayakkabıyı elime almıyorum.

Aradan 6 ay geçmiş olmasına rağmen kilitli pedal beni hala korkutuyor. Kalp atışlarımın yükselmesi için herhangi riskli bir durumla karşılaşmam gerekmiyor, ayaklarımı kilide geçirmem yetiyor. Dar açı dönüşlerde, hızlı girdiğim sert virajlarda panik atak geçiriyorum, U dönüşlerinde oldum olası kötüyümdür, kilitli pedalla geniş açılı U dönüşlerini bile başaramıyorum, kilide ayağımı geçiremiyorum ve tabi ki söylemeye gerek yok çıkaramıyorum da...

İşte ben bu halde 1 hafta sonraki İzmir Duatlonu’na katılmaya karar veriyorum.

14 Mart 2013 Perşembe

2012 Avrasya Maratonu

Allahım, nasıl bir kabustu o? Tüm antrenmanlar dahil hayatımın en berbat koşusu. Bunu hazmetmek ve yazıya dökebilmek o yüzden 4,5 ayımı alıyor.

Evet, maraton koşmak meşakkatli bir iş, takdire şayan bir iş. Bu yüzden bu işe karar veren, emek veren herkesi -kendim dahil- yürekten kutluyorum. Hatta sadece maratonu koşup bitirenleri değil, maratonu koşabilmek için ızdırapla geçen 4 ayı atlatabilen herkesi kucaklıyor ve öpüyorum.

İlk maratonumu Mart 2012de Antalya’da koşuyorum, o kadar rahat koşuyorum ki, az daha çalışsam harikalar yaratırım sanıyorum. Bir kere insan bir kez maraton koşunca, üzerine gereksiz ve hiç de hak etmediği bir güven geliyor. 10km yi hazırlanmadan da koşarım, üstüne bi de PB (personal best) yaparım falan oluyor. Temmuz ayında British 10k London Run da gördük PB yi! Ama uslanmadık tabi. Avrasya da maraton koşmaya karar verdiğimde, yarışa sadece 13 hafta olmasına ve Mart ayındaki maraton yarışından beri uzun koşu yapmamış olmama rağmen daha önce bir maraton koşmuş olmama güveniyorum sadece. İşte insanın başına iş açan o güven, bu güven.

13 hafta sürmesi gereken yarış programının 5. haftada aniden kesilmesi ile antrenmanlar da düzensiz bir hal alıyor. İnterval ve tempo koşularından tamamen vazgeçiyorum, yarışa kadar 7 tane olmasını planladığım 30k ve üzeri uzun koşulardan sadece 2 tanesini yapabiliyorum ama hala hedefimden şaşmış değilim. Ne de olsa vaktiyle bir 42k koşmuşluğum var! Dahası yarışa 2 hafta kala antrenmanlara tamamen son veriyor, 1 hafta kala karbonhidrat yüklemesine başlamayı unutuyorum. Taper döneminde kilo almayı beklerken 2 kg verdiğimi görünce bir yerlerde yanlış yaptığımı ilk kez fark ediyorum, hedefimle ilgili kuşkular da böylece başlıyor.

Nihayetinde yarış günü maratonu 4 saatin altında bitirecek bir program izlemediğime kendimi ikna edip, yarışı zorlanmayacak bir pace le bitirmeye karar veriyorum. Aksilikler burada bitmiyor: yanımda sadece 2 tane enerji tableti var. Geriye kalanını istasyonlardan alırım diye düşünüyorum. Ne var ki Avrasya maratonunda, Runtalya’da olduğu gibi powerade ler, portakallar, muzlar yok. İstasyonlarda sadece su var. Karbonhidrat yüklemesi yapmadığım için daha 18.km ye gelmeden acıkıyorum. İlk tablet bozuk çıkıyor, suda erimiyor. Su şişesiyle birilikte atıyorum, ikincisini denemiyorum bile. 42km boyunca su dışında hiçbir destek alamıyorum. Yarış öncesi karbonhidratla beraber yeterli sıvı da tüketmediğimden yarış sırasında suya doymuyorum. Koşarken damla damla içebildiğim su yetmiyor. Sık sık, kana kana su içmek için durmayı düşünmekten koşuya konsantre olmakta zorlanıyorum.

21km ortalamam Runtalya ortalamamla aynı olmasına rağmen yapmadığım interval ve tempoların acısı burada çıkıyor. Kelimenin tam anlamıyla pilim bitiyor, duvar dedikleri bu olsa gerek! Yolun karşısında 28.kmde geri dönüp finishe koşanları ve onların sadece birkaç yudum içerek yere attıkları dolu powerade şişelerini yutkunarak izliyorum. İzliyor ve bir yandan da homurdanıyorum: bu iş yavaş koşucuların işi değil. 3.5 saatin altında koşabileceksen koşacaksın yoksa hiç girmeyeceksin bu işlere. Nene gerek senin maraton? Koş yarı maratonunu paşalar gibi…

Asıl facia 28.kmde döner dönmez kafadan esen rüzgarın şiddetini fark edince başlıyor. Ne yaparsam yapayım pace imi koruyamıyorum. Giderek daha da yavaşlayarak aç, susuz, yorgun finish e doğru sürünüyorum. Yorgunluk sadece bedenimi değil, ruhumu da uyuşturuyor. 40km tabelasını gördüğüme sevinemiyorum bile, 2 km 2 gün gibi geliyor.

Tarifsiz acılar içinde vardığım finish çizgisinden 500mt ötedeki otele gitmek 20 dakikamı alıyor. Ancak uçağa bininceye kadar sürecek olan koşu hayatımı bitirime kararımı da o 20 dakikada alıyorum.