7 Mart 2011 Pazartesi

Runtalya Yarı Maraton -21,1K

Bizim pansiyondan sadece Noyan maraton koşuyor. Sabah 6.30da kalkıp kahvaltı edecek. Yarışı saat 9da başlıyor. Çağın, Kutlu ve ben saat 10.30 da yarı maraton koşacağız. Bu yüzden bizim kahvaltı saat 8.00de. 8.00e doğru yağmur çiselemeye başlıyor, kontrol amacıyla odadan çıkıp aşağıya iniyorum. Noyan bizim pansiyonda kalan ve maraton koşacak Fransız çiftle yola çıkıyor. Sadece 3 adım atıyorlar ve sağanak bastırıyor.

Bizimkiler aşağı inince “üzülmeyin” diyorum, “bu kadar kuvvetli yağmur 3 saat sürmez, maratoncular yağmurda koşacak ama biz koşuya başlamadan yağmur dinecek”. Ben dahil kimse inanmıyor.
Sibel Pansiyon başlangıç noktasına 3 km uzakta, yarışçılar yaklaşık 12 dakika sonra oldukça yakından geçecek. Kahvaltıdan sonra destek için yola çıkıyoruz. “Bu yağmurda koşmak zorunda kalırsak üşür müyüz?” diye soruyorum Çağın’a, “yok” diyor “adrenalin öyle bir şey ki…” O zaman önümüzden koşarak geçen sırılsıklam insanlar neden titriyor?

Önce Fatih geçiyor bizim gruptan, “gaza gelme Fatih, easy easy” diye bağırıyor Çağın. Kontrolsüz güç güç değildir. Noyan en son geliyor, oda fazla kontrollü, üzerinde hala Runtalya’nın verdiği mavi plastik yağmurluk var. 3km oldu yarış başlayalı, çoktan çıkarıp atmış olmalıydı onu üzerinden. Öyle görünüyor ki sağanak yağmura rağmen insanı sıcak tutacak olan bu adrenalin sadece Çağında var.

Bizi start alanına götürecek olan taksi kapıda bekliyor ama hangi yoldan gideceğini bilmiyor. İlk girişimleri başarısız, yarış sebebiyle kale içinden çıkışlar kapatılmış. Yarışa çok var ama bir ara biz bile endişelenmeye başlıyoruz. Şöfor söyleniyor, ne gerek var yarışa, ne saçmalık, 2000 kişi koşacak diye bu kadar insan bir yerden bir yere gidemiyor. Şöfor şerefsizler diyor, Kutlu önde “şeferefsiz bunlar abi” diye gaz veriyor. Çağın lafın bize de dokunduğunu anlayınca yumuşatıyor ortamı “öyle deme abi, bak biz de koşuyoruz, yapılsın tabi böyle organizasyonlar” Kutlu şoförden de hızlı çıkıyor itiraz etmek konusunda, sırayla saydırıyorlar organizasyona. Hale hazırda kızgın olan şoförümüz aynı kızgınlıkla, yanımızdan su sıçratarak geçen arabaya da söyleniyor “satıcı bu” diye. Çağın “yok abi nerden çıkardın, 34 plaka bile değil o” diyor. Şoför “pezevenk” diye açıklık getiriyor satıcı kavramına. Çağın ısrarlı, uzatıyor kafasını iki koltuk arasından “represant mı demek istedin abi?” Çağın sus istersen, daha nasıl anlatsın adam! Tanırmış meğer bizim şoför adamı, çok parasını yedi bu babasının diye anlatıyor etraflıca.

İniyoruz taksiden, su birikintileri üzerinde hoplaya zıplaya ve ıslana start alanına varıyoruz. Tam ısınmaya karar vermişken Çağın arkadaşlarına rastlayınca Kutlu’yla ben kalakalıyoruz ama vazgeçemiyoruz. İki gündür birbirinin suratına bakmaktan imtina eden biz, yarış alanında 10 dakika birlikte jog atıyoruz ısınmak için. Nasıl bir talihtir bu?! Diken dikeniz, bunu ben hissediyorsam o da hissediyordur eminim. Kutlu’yla bir şeyi “birlikte” yapma hali benim karnıma ağrı saplıyor. Start alanına varınca yarış heyecanından olacak Kutlu kendini tuvalete atınca tesadüfe gülüyorum.

Çağın bu arada beni Daily Mile dan Ayşin’le tanıştırıyor. Son gün Fatih Daily Mile da herkesin hedefini sormuştu. Ben 1.59.59 yazmış ama akşamları internete giremediğimden diğerlerinin kini okumaya fırsat bulamamıştım. “Hedeflerimiz yakın beraber koşabiliriz” diyor Ayşin. Ayşin’in hedefi 1.47.00 ama kanaatkâr “1.50, 1.52 de olur” diyor. “N’aptın sen” diyorum gülerek, bu benim için imkânsız. Ayşin beni kolumdan tutup ön sıralara götürüyor. Ne Çağın ve Kutlu’yu ne de bir yerlerde arkadaşlarına takılan Ayşin’i görüyorum bir daha.

Çağın dün akşam yemekte derecesini yanlış söyleyerek ön saflarda yer tutan yarışçılara kızıyordu: “ben seni geçmeye mecbur muyum kardeşim!” İyi bir koşucu değilseniz ön sıralarda yarışa başlamanın dezavantajı, hızlı bir yarışçının yavaş koşucuların arkasında başlaması kadar büyük. Yokuş aşağı olmasının avantajıyla ortalama yarış hızımın oldukça üzerinde koşuyor olmama rağmen ilk 5 kilometrede geçtiğim her bir kişiye karşılık 8-10 kişi geçiyor beni. Bu oldukça moral bozucu. 2.km lerde Avrasya maratonunda yarışı benle koşan ama muhabbet etmekten yarışamadığımı ancak yarış sonunda fark ettiğim arkadaş geliyor yanıma. Bir yandan, antrenmanlarıma ve 15K yarış hızıma bakarak bunun neredeyse imkansız olduğunu bilsem de, bir saniye farkla bile olsa yarışı iki saatin altında bitirmek istiyorum, bir yandan da yaklaşık iki saat yalnız koşmak çok sıkıcı geliyor. Bu yüzden İsmail’i ilk gördüğümde tanıdık gördüğüme seviniyorum, tempom düşse de yarış boyunca beni yalnız bırakmayacağını, su istasyonlarında suyu alıp kapağını açarak işimi kolaylaştıracağını, yanımda koşarken kuvvetli esen rüzgarı keseceğini biliyorum. İsmail’in bana eşlik ettiği ilk 500mt de ki tempo düşüşü aklımı başıma getiriyor, konuşmaya son veriyorum, eski tempomu yakalıyorum ve İsmail’den, onu ancak 12.km de ki dönüşten sonra karşı şeritte görecek şekilde ayrılıyorum.

Yağmur tam da dediğim gibi biz koşmaya başlamadan yarım saat önce kesildi. Ama bir salon koşucusu olarak, antrenmanlarını sokakta yapan çoğunluğun tersine, rüzgâra hiç alışık değilim. Korunmak için temposu iyi, iri bir kadının arkasına geçiyorum. Rahatsız oluyor, yokuş çıkarken geçmem için yavaşlıyor ama aldırmıyorum, ben de yavaşlıyorum. Su istasyonunda duruyor, duramayacağım için bu sefer geçmek zorunda kalıyorum. Benden kurtulduğuna emin olduğunda kaybettiği süreyi telafi edecek, 500mt sonra yine önümde göreceğim.

Ortalama 5.25 pace le koşan iki erkeğin arkasına takılıyorum. Bir kadın yerine iki erkeğin rüzgârımı kesme oranı daha fazla. 5. km den sonra beni geçenler çok azaldı ve neredeyse geçtiklerimle eşit sayıda. Tempolar oturdu, 7-8. km lerde insanlar arasında ki mesafe iyice açıldığından, önümde ki ikiliyi ter kokularını duyacak kadar yakın takibe almış olmam onlarda huzursuzluk yaratıyor. Rüzgar deniz tarafından savurmaya başlayınca sollarına geçiyorum, solda ki dönüp 40cm uzağında ki bana bakıyor ama tempoyu arttırıp beni savuşturma şansları olmadığını ikimiz de biliyoruz. Sadece açık açık “düş yakamızdan” diyebilir, onu da önlemek için dönüp gülümsüyorum. Rüzgar arkadan esmeye başlayıncaya kadar beraberiz.
12. km de, döner dönmez onlardan ayrılıyorum, denize dik koşmamız gereken iki kısa rota dışında artık rüzgâr hep arkadan gelecek. Bunlardan ikincisini koşarken rüzgar o kadar kuvvetli ki yokuş aşağı olması bile tempomun düşmesine engel olmuyor. Rahat koşuyor gibi görünen bir kadın geçiyor beni, hemen arkasında seyredeceğim ama orayı başka bir adam kapmış görünüyor. Ben de onun arkasına geçiyorum. Ambulansın peşine takılan uyanık araç şoförleri gibi üçümüz arka arkaya iniyoruz yokuşu. Karşı şeritten gelen insanların nereye baktığını merak edip arkama dönünce sadece üç kişi olmadığımızı görüyorum. Tempomu kaybetmemek için halimize gülemiyorum bile.

13.km yi geride bıraktığımda enerjimin giderek düştüğünü hissediyorum. Su istasyonlarında verdikleri powerade lerden mucize beklememek lazım. Kana kana da su içemiyorum ki! Avrasyada çok yavaşlamıştım su içerken o yüzden bu sefer ağzımı bulmak için zorlamıyorum kendimi. Dökmeden kibar kibar su içmeye çalışmak yarış sırasında çok vakit kaybettiriyor. Taytın cebine Umut’un dün akşam verdiği enerji jelini koymuştum ama Kutlu “dikkat et” demişti sabah, “alışık olmadığın bir tat sonuçta, miden de bulanabilir” Koşu sırasında ve öncesinde yemek yemeye alışık olmadığımdan şekerli powerade ler yeteri kadar midemi bulandırdı zaten.

İki tane 20km nin üzerinde antrenmanım var, ikisinde de 15.kmden sonra pace im 6,30lara düşüyor ve ne yaparsam yapayım hızlanamıyorum. 13.km ye 70 dakikada geldim. Bu, yarışı 2 saatin altında bitirebilmem için kalan 8km yi 6.00 pace in altında koşmam gerektiği anlamına geliyor. 13.km de hala umduğum gibi arkamdan esen kuvvetli bir rüzgâr yok, yandan esiyor. Her türlü riski göze alarak çaresiz açıyorum jeli, midem bundan daha fazla bulanabilir mi? Kahve tadı bekliyorum ama kola özütü var daha çok. Benim için bile çok tatlı. Tahammül edebildiğim kadar çoğunu içip kalanını atıyorum. Keskin tadı azaltmak ve metabolizmayı çabuk çalıştırmasını sağlamak için suyla birlikte içmem gerektiğini ve dahası Umut’un onu bana yarışta kullanmam için değil antremanda denemem için verdiğini yarış bittiğinde öğreniyorum ancak.

15.kmlerde ben çok iyi bir tempoyla koşuyor olduğumu sanırken sapır sapır geçmeye başlıyorlar beni. 20km nin üzerinde antrenmanım o kadar az ki, tempomu arttırırsam ileri ki mesafelerde vücudumun nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Onun yerine her yarışta olduğu gibi koşu hayatımla ilgili kararlar alıyorum: “maraton falan koşmam ben, bu bile çok zormuş”. Bir ara beyaz bir araba hemen önümde yolu dikine kesmek için burnunu çıkarıyor. Polis ben geçerken dur işareti yapıyor arabaya, ben geçer geçmez elini aheste aheste sallıyor geç mahiyetinde. Daha çabuk sallaması gerekmez mi? Arkamdan gelenleri ezecek araba. Aman tanrım! Arkamdan gelen yok mu? SON MUYUM???? Hafifçe dönüp omuzumun üzerinden bakıyorum arkaya, görebildiğim kadarıyla kimsecikler yok. İçim burkuluyor önce, bir durma hali geliyor üzerime, sonra toparlanıyorum “amma fark atmışım arkamdakilere!!!!”

16. km den sonra son 1 km yi saymaya gerek yok, o zaten kendiliğinden biter diye düşünerek hesap yapıyordum. Gerek varmış, uzun mesafe koşarken sports da son 125 mt ler nasıl bitmiyorsa burada da o son 1 kilometre bitmiyor. Atatürk stadına çok yakınım ama yarış nerede bitecek bilmiyorum. Arkamda koşan bir adam stadda tur atmayacağız bu sefer diyor. Bende gayrı ihtiyari stad kapısından girince en fazla 50mt daha koşarız diye düşünüp hızımı ona göre ayarlıyorum. Bu, Fatih’le Noyan’ın ortalama maraton pace i ama bana 400mt yetiyor. Kapıya geldiğimde 200mt uzağımda, alkışlayan halkın arasında hala koşan kafalar olduğunu görüyorum. Biri arkamdan çekiyormuş gibi bir daha hızlanmamak üzere yavaşlıyorum, gitmiyor ayaklarım, hani burada bitecekti? 116. dakikada bitiyor yarış.

Su almak için sıraya girdiğimde kenarda oturan Fatihi görüyorum, kısa bir süre önce gelmiş. Yorgun haline gıpta ile bakıyorum. Ben de kendimden böyle ağrılı ve tükenmiş bir final bekliyordum bu yarışta ama atıştırmaya başlayan yağmurun altında pansiyona koşarak gidecek kadar enerjim var hala. Sokağın köşesinde, kafenin garsonu olduğunu tahmin ettiğim biri bana “hello” diyor. Koşmamı kesmeden gülümsüyorum selamına karşılık. Arkamdan arkadaşına “bunlarda kaybedenler” dediğini duyuyorum. Gülümsemem daha çok yayılıyor.

Akşam DM cilerle biraları tokuşturuken 15.kilometrede koşmaktan vazgeçtiğim maraton için Ekimde Atina’ya gitmeye karar veriyorum.

1 yorum:

  1. slm, hem antalya hem de bozcada da sizinle beraber aynı duygularla koştum..yazdıklarınızı buyuk keyıf ile okudum...demem kı yalnız değilmişiz...atınada ki maraton hakkında nerden bılgı alabılırım..sizin atına programınız nasıl..beni ve benle beraber koşan arkadaşlarımı yönlendirebilir düşüncesi ile soruyorum.
    selamlarımla
    alp
    pamteks@gmail.com

    YanıtlaSil