9 Aralık 2011 Cuma

Triatletler için Yarış Zamanı Beslenme

Yarışta enerjim tükeniverecek korkusuyla deli gibi yemeler, yarış öncesi duyulan gerginlikten bir lokma bile yiyememeler, altı üstü 1,5-2 saat sürecek yarı maratonlar için günler öncesinden tabak tabak makarna tüketmeler, taper döneminde yağ bağlamalar, yarış sırasında denenen jellerden kaynaklanan mide bulantıları…

Dailymile'dan Ilgaz'ın uzun mesafe koşuları ile ilgili yazdığı blogunda ultra maraton koşucusu Kilian Jornet ile yapılmış bir röportajı okuyorum. "5-6 saate kadar hiç yiyip içmeden antrenman yaparım" diyor Jornet. İzmir'in yaz sıcağında 5-6 saat susuz antrenman yapmak çok mantıklı görünmese de en fazla 3-4 saat süren uzun mesafe koşularda jel ya da bar tüketmek birden çok anlamsız görünüyor gözüme. Hele stoklar bu kadar güçlüyken:(

5-6 saat aç antrenman yapmak mı yoksa saat başı jel tüketmek mi diye düşünürken English Institude of Sport un spor beslenme uzmanı ve aynı zamanda triatlet olan Dr Kevin Currell ın Temmuz ayında Triathlon dergisine yazdıkları bu konuya ışık tutuyor. Triatletler için yazılmış olsa da bana kalırsa mesafeler göz önünde bulundurularak diğer spor dalları için de kullanılabilir:

Doğru gıdayı almanız triathlon gibi bol enerji tükettiren sporlarda çok büyük önem taşır. Konu ne zaman ve ne yemeniz içmeniz gerektiğini bilmeye gelince sporun doğası gereği iş zorlaşır, özellikle farklı yarış mesafelerinin farklı beslenme stratejileri gerektirdiğini göz önüne alırsanız.

Yarıştan bir gün önce yediğiniz yemeğin çeşidi ve miktarı yarışın uzunluğuna bağlıdır. Sprint triatlon için normal olarak yiyeceğiniz yemeği yersiniz, ne de olsa yarış sadece 1-1,5 saat arası sürecektir.
Olimpik triatlon yapıyorsanız, az tavuklu bir tabak makarna ve sade domates çorbası bir gece önceki akşam yemeğiniz için güzel bir örnektir. Yanında salata ya da başka ilave bir yiyeceğe ihtiyacınız olmaz -sadece karbonhidrat ve az miktarda protein. Normal bir porsiyon yeterli olacaktır.

Ironman yapıyorsanız, başka bir deyişle karbonhidrata konsantre olmanız gerekiyorsa, genel olarak vücut ağırlığınızın her kilosu için 8gr formülünü kullanabilirsiniz. Ben bir gece önce koca bir tabak makarna ya da pilav yemektense güne yaymak eğilimindeyimdir. Bu, spor içeceklerinin işe yaradığı andır: bol şekerli içecekler ekstra karbonhidrat alımı için en kolay ve hızlı yoldur.

Ironman sporcuları için diğer bir seçenek de bir gece önce atıştıracağınız jelibonlardır. Günlük beslenme için uygun olmasa da yarış zamanı hızlı olmak için beslenirsiniz, sağlıklı olmak için değil.
Yarıştan önce yemeğe fazla yüklenmeyin
Acemi triatletlerin yaptığı ortak hata yarış öncesi kahvaltılarında çok fazla yemektir. Yarış öncesi gergin olacağınızı ve bağırsaklarınızın gerektiği gibi çalışmayacağını göz önünde bulundurarak bu durum probleme davetiye çıkarır.   

Yarış öncesi, sandığınız kadar çok yemeniz gerekmez ve ihtiyacınız olan tek şey karbonhidrattır. Meyve ve sebzelerin hiç bir anlamı yoktur çünkü muzun dışında size fazla enerji sağlamayacaklardır. Yağsız sütle ya da suyla hazırlanmış tahıl ya da iki dilim kızarmış ekmek -yüksek karbonhidratlı olduğu sürece hangisi olduğu fark etmez.

Yarış öncesi kahvaltıda kendi vücut ağırlığınızın her kilosu için 1-2 gr karbonhidrat tüketmelisiniz yani toplamda 50-150gr kadar. İnce bir dilim ekmek 15gr karbonhidrat içerir, birkaç dilim ekmek ile az miktarda reçel yarış öncesi kahvaltı için yeterli olacaktır. Yarış mesafeniz ne olursa olsun aynı miktarda yemeli, daha uzun mesafeli yarışlar için ihtiyacınız olan fazla karbonhidratı ise vücudunuza bir gece önce depolamalısınız.

Yarış öncesi kahvaltı için en önemli konu daha önce denenmiş olmasıdır. Isınma yarışlarında ya da antrenmanlarda sizin için iyi olanı bulun, yarış zamanı geldiğinde bu alışkanlık oturmuş olmalı.
Yarış günü
Yarış beslenmesi bağlamında yarış mesafeniz ne olursa olsun az miktarda karbonhidrat yararlı olacaktır. Araştırmalar göstermektedir ki kısa mesafeli yarışlarda az miktarda karbonhidrat alımı performansı gerçekten arttırmaktadır. Enteresan bir şekilde, bir miktar jel alıp, ağzınızda çevirip sonra tükürseniz bile sindirdiğinizde yaptığı etkinin aynısını gösterecektir. Bunun sebebi ağız içinde, beyine enerjinin yolda olduğunu haber veren sinirlerin olmasındandır. Enerjinin varıp varmadığı önemli değildir. Vücut aynı şekilde performans gösterecektir. Tabiî ki bu sadece kısa mesafeler için geçerlidir, Ironman de işe yaramayacaktır.

Olimpik mesafe triatlonda bisiklet farklılık yaratacak enerjiyi alabileceğiniz tek yerdir. Ben bisiklet üzerinde 60gr karbonhidrat almaya çalışıyorum, bir litre spor içeceği ya da yarım litre spor içeceği ve bir paket jel, ya da 3 jel bu miktarı sağlıyor.

Beslenme üzerine daha fazlası
Eğer uzun mesafe yarışına katılıyorsanız bisiklet evresinde 60-90gr karbonhidrat alıyor olmalısınız. Bu sebeple jel ve içecek takviyesi önemlidir. İhtiyacınız olan, vücut tarafından hızla absorbe edilerek enerjiyi hızla kaslarınıza verecek olan glikoz ve früktoz karışımıdır.

Bu içecek ve jelleri koşarken almalısınız ki alışık değilseniz bu hiç kolay değildir. Alışkanlık kazanabilmeniz için bütün bunları yarışta değil, antrenman sırasında denemeniz önemlidir.

Marketlerde satılan birçok jel, bar ve içecek vardır, en iyisini nasıl seçeceksiniz? Beslenme açısından baktığınızda sadece glikoz veya maltodextrin ve früktoz içermesi gerekmektedir. Bunun dışında hangi tadın sizin için uygun olduğunu antrenman sırasında deneyerek bulabilirsiniz.

Deneyimsiz triatletler bir sonra ki beslenme desteğini ne zaman alacakları konusunda ikileme düşerler ancak bu konuda dikkat etmeniz gereken birkaç yol gösterici vardır. Eğer konsantre olamadığınızı hissetmeye başladıysanız beyniniz gerektiği gibi çalışmıyor demektir ve kan şekeri seviyeniz düşmeye başlamıştır. Bu, spor içeceğinize ya da jelinize gerçekten ihtiyacınız olduğu anlamına gelir.

1 Aralık 2011 Perşembe

Antrenman Sırasında ve Sonrasında Beslenme

Yarış ya da ağır antrenman sonrası uzunca bir süre açlık hissetmediğim için kendimi hep şanslı saymışımdır. Mümkün olan en uzun süre yemek yememeyi başarmanın, bedenim ve bedenimde ki yağlar için en hayırlısı olduğuna olan inancım beni daha da uzun süre aç kalmaya itmiştir. Umut'un ağır antrenmanlardan sonra beslenme desteği kullandığını biliyordum ama sebepleri konusunda fazla kafa yormamıştım. "Acıktığımda iki yumurta haşlarım, doğalı varken beslenme desteğine ne gerek var " düşüncesi meğer ne büyük bir yanılgıymış!  Umut ardı arkası kesilmeyen sorularımdan bıkıp bana bu linki gönderince aklım başıma geldi. Aşağıda ki yazı bunun tercümesidir. Umarım bu yazı, kilo vermek adına yapılan en iyi şeyin yememek olduğunu düşünen herkese, bana olduğu kadar yardımcı olur.

Beslenme Zamanlaması
Yakın araştırmalar göstermektedir ki bir sporcu için ne zaman yediği ne yediğinden çok daha önemli olabilir. Doğru beslenme zamanlaması:
  1. Kas yıpranmasını azaltır
  2. Kasın iyileşmesini ve yeniden yapılanmasını hızlandırır
  3. Glikojen depolarını arttırır
  4. Vücut yağını azaltır
  5. Bağışıklık sisteminin duraklamasını azaltır. 
File:Insulin sensitivity and exercise with nutrition.jpg

Egzersiz sonrası, kasların ensüline karşı hassasiyeti artar. Ensülin kan şekerinin yükselmesine karşılık olarak vücudun saldığı bir hormondur. Normal olarak kan şekerinin yağ olarak depolanmasına sebep olacağından genellikle “kötü bir şey” olarak düşünülür. Ancak, egzersiz sonrası, ensülin kan şekerinin kaslarda glikoz olarak depolanmasına ve proteinin kas sentezi için kullanılmasına sebep olur.  eğer egzersizden sonra ki 45 dakika içinde karbonhidrat ve protein alırsanız, ensülin hassasiyeti 6 saate kadar devam eder. 

File:Insulin sensitivity and exercise without nutrition.jpg

Gıda alımı olmadan kasların ensülin hassasiyeti egzersizden sonra düşecek, ensülin direnci başlayacaktır. Kaslar ensülin direncindeyken herhangi bir yiyecek ya da içecekten alınana gıda kaslara hiç bir yararı dokunmadan yağ olarak depolanacaktır.

Hangi Yakıt?
Kaslar sürekli olarak çöker ve yeniden yapılanır ve bu çöküş-sentez arasında ki denge kaslarda ki net değişimdir. Açlık durumunda çöküş oranı sentez oranını aşar ve biz kas kaybederiz. Egzersizden sonra, gıda takviyesinden önce, çöküş oranı yüksektir ancak sentez oranı çöküş oranından çok daha az geridedir. Yani yine de bir kas kaybı söz konusudur, sadece o kadar hızlı değil. Egzersizden sonra karbonhidrat alımı çöküşün şiddetini düşürecektir fakat sentezin şiddetini arttırmayacaktır. yani net kas kaybı hala mevcuttur. Sentezin oranının çöküş şiddetini aşması hali ancak, alınan gıda protein içerdiğinde söz konusudur.

File:Muscle breakdown and synthesis.jpg

Glikojen sentezine bakacak olursanız, karbonhidrat ve protein alımı glikojeni, sırf karbonhidrat alımında olduğundan daha hızlı yerine koyar. Ancak, protein+karbonhidratla aynı kaloride sadece karbonhidrat aldığınızda glikojen seviyesi daha hızlı artar. Maksimum glikojen depolanması için sadece karbonhidrat en iyisi gibi görünse de, antrenman ya da yarış öncesi karbonhidrat yüklemesinde olmadıkça, bu bizim hedefimiz değildir.

File:Muscle Glycogen Synthesis.jpg

Aynı senaryoda ensülin cevabına bakarsak en büyük etkiyi karbonhidrat+proteinin gösterdiğini görürüz. Ensülin büyüme hormonu gibi davranarak kas sentezine yardımcı olacaktır.

File:Plasma Insulin Response.jpg

Beslenme Zamanlama Sistemi
Beslenme Zamanlama Sistemi atletlerin dayanıklılığından ziyade kuvveti için tasarlanmıştır.

Egzersiz sırasında: Karbonhidratla birlikte protein alımı kaslarda ki hasarı azaltır ve bağışıklık sistemini destekler. 1:2 ya da 1:6 oranında protein+karbonhidrat alımının da işe yaramasına rağmen 1:4ün en verimli oran olduğu gözlenmiştir. (1: protein, 4: karbonhidrat)

Egzersizden hemen sonra: Egzersizden hemen sonra karbonhidrat protein karışımı almak kas sentezi ve iyileşmeyi hızlandırır. 1:4 oranı yine etkilidir ancak bu sefer 1: karbonhidrat, 4: protein olmak kaydıyla. John Ivy’nin kitabında 220-260 cal değerinde, 50gr karbonhidrat+15gr whey protein önerilir. Bunun kolaylıkla sindirilebilir olması gerekmektedir ki vücut tarafından hızla kullanılabilsin. İdeal zaman egzersiz biter bitmez olsa da ilk 40 dakika içinde alınmalıdır.

Egzersizden sonra: Egzersizden 1-4 saat sonra yakıt alımına devam etmek kasların ensülin hassasiyetini sürdürür. Genel olarak yüksek oranda protein daha az karbonhidrat önerilmektedir. John Ivy'nin kitabında egzersizden 4 saat sonra, 14gr proteine 2-4gr karbonhidrat alımı önerilmektedir.

İyileşmenin sürdürülmesi: Egzersizden 4 saat sonra bir sonra ki antrenmanın başına kadar önerilen, kas sentezi için yeterli miktarda protein alımıdır. Yavaş sindirilen protein, kazein gibi (sütte ki protein maddesi) whey den daha etkilidir.

10 Kasım 2011 Perşembe

Kurban Bayramında Ödemiş - Bozdağ Turu

Katılım eksikliğinden tur iptal olur düşüncesi ile son ana kadar bu turun gerçekleşeceğine inanmıyorum. Pazar akşamı Bayram arayınca tur iptal mi oldu diye açıyorum telefonu. Yok, tur iptal olmamış, Bayram bisikleti bakıma veriyor, bisikletçi akşam gel evimden al diyor. Akşam maçı kaybedince Bayram bisikleti unutup kendini içmeye veriyor. Bayramın birinci günü bisikleti almaya giden Bayram sadece evde değil apartmanda bile kimseleri bulamıyor, bu apartman terk edilmiş diye beni arıyor. “Üzülme, buluruz birinden bisiklet” diyorum ama bulabileceğimi sandığım kişinin bayram sebebiyle Almanya’da olduğunu öğreniyorum. Bayram uzun çabalar sonucunda bisikletçinin 15 dakika önce komşuda bayram ziyaretinde olduğunu öğreniyor. “Not bırakacağım kapıya” diyor “Aman kontörü falan yoktur adamın arayamaz, kıvrıl yat paspasın üzerinde, nasıl olsa gelecektir evine” diyorum. Birkaç saat sonra mesaj atıyor, almış bisikletini.

Pazartesi sabah Karşıyaka iskelesinde 11 kişiyiz, Yusuf Bey ve oğlu Abdullah’ı Bayraklı'dan almak üzere saat 7.05de yola çıkıyoruz. Gülsün Hanım ve eşi İsmail Bey ertesi gün arabayla gelecekler Gölcük’e.

Yusuf Bey yol boyunca enerjimizi idareli kullandırtıyor. Rüzgârı arkadan almamıza rağmen düşük tempoyla Gaziemir’de kahvaltı, Tire'de köfte, benzincide enerji takviyesi ve her fırsatta çay molası ile 17.00 gibi Ödemiş’e varıyoruz. 135km nin ardından hepimiz yorgunuz. Otel de, odalar da, su da sıcak. Aşağıda bisikletleri koyacak yer yok, odalara çıkarmamıza izin veriyorlar. Yemek için buluştuğumuzda bisiklet turuna bagajında çizgili pijaması ve kot pantolonu ile gelen tek kişinin ben olduğumu fark ediyorum.

Ertesi gün açılışı, bisikleti indirirken merdivenlerden yuvarlanarak yapıyorum. Acıyla birlikte içim çekiliyor. Ben bunu kolumu kırdığımda da yaşamıştım. Bir süre kıpırdayamıyorum yerimden, biraz kendime gelince kırık ya da çatlak var mı diye yokluyorum ayağımı, oynatmaya çalışıyorum. Uzunca bir süre yerimden kalkamayınca Bayramı arıyorum, kalan 3 katı o indiriyor. Yola çıkmak üzereyken Günay abiye haber veriyorum düştüğümü. Eğer rampalarda zorlanırsam geri dönüp Gülsün hanımları bekleyeceğim diyorum ama hiç de arabayla gidesim yok Bozdağ’a.



Bisikletin üzerinde, ayakta durmaya çalıştığımdan daha rahat olduğumu fark edince seviniyorum. Bizi nasıl bir yolun beklediğini kimse bilmiyor. İlk 10km o kadar kolay geçiyor ki görüp göreceğimizin bundan ibaret olduğunu düşünecek kadar rehavete kapılıyorum. Meğer rampa sandığım şey dümdüz yolmuş. Birgi’deki moladan sonra Kağan, Abdullah, Bayram ve Murat önde başlıyor. Başıma gelecekleri az çok anlamış olduğumdan büyük aynayı 1e alıyorum. Şişmiş ayak bileğim yüzünden ayakta pedal basma şansım yok. Kısa bir süre sonra Selim geçiyor beni, az önümde Muratla birlikte pedal basmaya başlıyorlar. Birkaç kilometre sonra ikisini yol kenarında su içerken görüyorum. Hemen arkamdan devam ediyorlar yola. Murat öne geçiyor, Selim benle kalıyor. Zaman zaman Murat’ı mola vermiş ya da bisikleti eline almış görüyoruz. Yaklaşık 1 saat hiç durmadan pedal bastıktan sonra Selim sesleniyor duralım mı diye. Şeker yiyoruz, Selim’e çikolata veriyorum yollarımız ayrılırsa yanında dursun diye. Buradan sonra 10km miz var, yola yalnız devam ediyorum.

Selimle verdiğim molada planladığım gibi 5km ara vermeden yola devam edemiyorum. Molalar sıklaşıyor. Murat hemen önümde, dik rampalarda bisikleti eline alıyor. Ultra maraton taktiğidir bu, dik rampalarda koşmak yerine hızlı yürümek tercih edilir. Beni zorlayan rampaların birinde ben de yürümeyi denemek istiyorum ama bisikletten inince artık ayağımın üzerinde duramadığımı fark ediyorum. Çatlak olup olmadığından emin olamadığım bileğime yüklenmektense quadlara yüklenme kararı alıyorum. Yol boyunca birkaç kez eğim azalıyor, hızım 16km/sa leri buluyor, yokuş aşağı iniyormuş kadar seviniyorum. Hiç bitmese, Gölcük'e kadar bu eğim devam etse hayalleri kurarken hepsinden daha dik yeni bir rampa çıkıyor karşıma.

Jandarma tabelasına Bozdağ 4km yazmışlar elle. Benim tahminim 5km olduğundan sanki Bozdağ 100mt ötemdeymiş gibi seviniyorum. Mutluluk gözlerimi kör etmiş olmalı ki tabelanın yanı başında ki koca çeşmeyi de görmüyorum. Hem suyum hem enerjim bitiyor. Beni daha çok susatır korkusuyla şeker ya da çikolata da yiyemiyorum. 1 km sonra mavi tabela görüyorum. 3km mi yazar 4km mi yazar diye tahmin yürütmeye çalışırken tabelada Bozdağ 8km yazısını okuyunca bisikleti oracığa bırakıp Ödemiş’e kadar gerisin geriye yuvarlanansım geliyor.

Murat tabelanın başında mola vermiş, “Kağanlar çok uzakta değiller, az önümüzdeler” diye bana moral vermeye çalışıyor. 8km hezimetini atlatamamış biri olarak “onların nerde olduğunun hiç önemi yok, önemli olan benim nerde olduğum” diye söyleniyorum ağlamaklı. Ben Bozdağ’a 3 değil de 8km uzaktayken onların varmış olması ya da 100mt önümde olmasının bana ne faydası var ki?! Çok üzgün, çok yorgun ve çok sinirliyim, bir tarafım hala tabelaya inanmıyor. Murat’ı orda bırakıp yola devam ediyorum Yeterince yorulmuş olduğumdan mı, suyumun olmamasından mı, yoksa kalan yolun hesapladığımdan 5km daha fazla olduğunu öğrenmiş olmamdan mı bilmiyorum, bu başlangıç hepsinden de zor geliyor.

Yola başladığımızın ilk kilometrelerinde Savaşı bisikleti elinde yürür gördüğümden beri hep bir araca binmiş yanımdan geçeceğini hayal ediyordum. Araç yanımda dururda seni de alalım derlerse gururlu gururlu “yok ben devam edeceğim” diyecektim. Vereceğim cevaptan artık emin değilim. Tekrar yola koyulalı 200mt olmadı, rampa giderek dikleşiyor, pes etmemek için 1km boyunca ne olursa olsun hiç durmayacağım diyorum kızgın kızgın. Hala tabelaya kızgınım. Tam 1km sonra durup bisikletten inerken arkada Gülsün Hanım'la İsmail Beyi görüyorum. Gülsün Hanım sırtımdan çantamı alıp arabaya koyuyor, İsmail Bey 1km sonra jandarma göreceksin, oradan içeri döneceksin, sonra hep yokuş aşağı diyor. Bu zamanlama daha iyi olabilir, o son 1 km daha coşkulu pedal basılabilir miydi?

14.00de Gölcük’e vardığımızda bizi yeni bir sürpriz bekliyor. Pansiyon sahibi kaloriferleri yakmak için bizi bekliyormuş! Pansiyon buz gibi, sıcak su yok. 15.30a kadar geride kalanları bekledikten sonra odaya çıkıyoruz. Üzerimde ki ıslak kıyafetleri çıkarıp sıcak su gelinceye kadar battaniyenin altına giriyorum. Oda arkadaşım erkek arkadaşı onu beklemeden basıp gittiği için çok öfkeli. Erkek arkadaşı ara ara odaya gelip gönlünü almaya çalışsa da nafile, “ben onun burnundan fitil fitil getirmez miyim” diyor. Getiriyor da! J Bayram sebebiyle tek lokantanın saat 18.00de kapanacağını öğrenince yataktan fırlıyorum. Ödemişte konakladığımız Helvacılar otelin cennet olduğunu düşünerek sicim gibi akan ılık suyla yıkanıyorum, ya da ıslanıyorum. Sahip olduğum her şeyi üst üste giyip aşağı iniyorum.

"Pilav bitti sadece fasulye var" diyor restoran sahibi. 30km kesintisiz rampa çıkmışım, 9da ki kahvaltıdan bu yana 3-5 şeker dışında bana enerji verecek hiç bir şey yememişim, fasulye beni doyurur mu? Bak sen tencerenin dibine, sıyır iyice, dibi tutmuşsa da olur, ne varsa getir diyorum. Getiriyor ama buz gibi. Ne ısıt demeye ne de beklemeye mecalim var.

Akşam bize kestirme bir yol öneriyorlar. 13km kısaltacağız yolu. En son yolu kısaltma çabamız Dikili’ye planladığımızdan yarım saat geç varmamıza sebep olmuş üstüne ben çakıllı kumda kayıp dirseğimi parçalamıştım. Yine de Bozdağ’a çıkmamıza gerek kalmadan aradan bir yerlerden Turgutlu yoluna çıkıyoruz. Kahvede oturmuş gelenleri beklerken Savaşı Gülsün Hanım’ın arabasında görüyoruz. Aniden önüne köpek çıkınca her ne yaptıysa arka aktarıcı kırılmış.

Yolun geri kalanında mart ayında katılacağım maratonu düşünüyorum. 13 Kasımda atadan anaya saygı koşusuna katılacak, 14 Kasımda maraton antrenmanına başlayacaktım. Ayak bileğimin ayva kadar şişmesi ile maraton hayalim ikinci kez suya mı düşüyor?

26 Eylül 2011 Pazartesi

Atina Klasik Maratonuna Veda ve Yeniden Bisiklet Turu

Umut, Atina maratonuna birilikte katılacağım arkadaşım, dailymile ’dan. Üç hafta önce birlikte yaptığımız 30k koşusu ile 4 aydır beni terk etmeyen kronik ağrı tüm bacağıma yayılıyor. O ağrı, kramp ve kasılmalar koşu boyunca nasıl tavan yapıp acı eşiğimi yükselttiyse 30k nın ardından tüm ağrı ve acıya rağmen ben yine pistlerdeydim. Uzun koşuları riske atmamak için hafta içi antrenmanlarını 10-12km ile sınırlamaya karar veriyorum. Bu, ağrılarımı biraz azaltıyor ama bir sonra ki hafta 33k olması gereken antrenman Umut’suz çıkmıyor. 30k da kalıyorum ve kim bilir kaçıncı kez maratonu koşamayacağımı düşünüyorum. Vazgeçtiğimi Umut’a nasıl söyleyeceğim?

3 gün sonra Umut arıyor beni, bacağımı ve antrenmanlarımı soruyor. “Değişiklik yok, bacağım ağrıyor, 30un üzeri çıkmıyor” diyorum. “Vazgeç” diyor, rahatlıyorum.

Antrenman programını haftalık 45km, uzun mesafeyi 20k nın üzerine çıkmayacak şekilde değiştiriyor ve ilk fırsatta 1 aydır uzak kaldığım bisiklet turuna katılıyorum.

17 kişiyiz ama, bir gün önce telefon edip tur programını öğrendiğim Bayram, sabah Konak a vapurla birlikte geçtiğimiz Gülsüm Hanım ve İsmail Bey, orda bizi bekleyen Günay Abi ve Yusuf Bey dışında kimseyi tanımıyorum. Turumuz sağlam bir düşme öyküsüyle başlıyor. Otobanın yanında ki servis yoluna çıktığımızda hemen önümde “serbeeest” diye bağıran Hakan’ın sesini duyuyorum. Bu yolda araç trafiği yok denecek kadar az, trafik lambası ya da kavşak yok, Güzelbahçe yoluna bağlanıncaya kadar tur liderini izleme zorunluluğu da yok. Mola yerine kadar 5-6kmlik yolda, ortalama hız 30-35kmleri buluyor. Bu “serbest”, o serbest! Sesi duyar duymaz ben de pedallara yüklenmeye başlıyorum ama daha birkaç saniye geçmeden yan yana giden Hakan ve Deniz önümde çarpışıyor, Deniz diğer bisikletten kaçmak için önce gidonu kırıyor sonra ön freni sıkıyor, bisikletle birlikte şaha kalkıp yüzü üzerine asfalta yapışıyor. Bisiklet üzerinden takla atıyor. Düşüş esnasında bisikletle o kadar uyum içindeki, o manzarayı görenler kilitli pedal var sanıyor. Hasar büyük, çenesinde, elmacık kemiği üzerinde ve omzunda geniş bir kızarıklık var. Zaman ilerledikçe bu kızarıklıklar mora dönüşecek dönüşecek, bacağında ki morluğu keşfedecek ve Bademlere vardığımızda sol gözü kapanmaya başlayacak.

Kilitli pedala geçmeye çalıştığım sırada kolumu kırınca cesaretim de kırılmıştı. Bu kaza ile gördüm ki kaderden kaçılmıyor, kilitli pedal ne kazanın sebebini teşkil ediyor ne de boyutunu değiştiriyor. Kilitli ya da kilitsiz, düşmekten korkuyorsan bisiklete binmeyeceksin.

Güzelbahçe’de ki kahvaltıdan sonra yola çıkarken Bayram çağırıyor beni yanına, “enerji ister misin”. “ne?” diyorum. Enerji veriyor arkadaş diyor, inanmayınca demo yapılıyor üzerimde. Ağzıyla bir şeyler mırıldanıyor, eliyle fıs fıs yapıyor, 1 saatlik enerji verdim diyor. Nasıl ya? Yüzümde ki yayık gülümsemeyi görünce inanmadığımı düşünüyor belki, bunun hastalar üzerinde de etkili olduğunu anlatıyor, her çeşit ağrı hastalık gideriliyormuş. Hemen atlıyorum “benim de bacağım” diye. Uğraşıyor, “aaa çok yoğun bu diyor, daha fazla enerji vermem gerek”. “uyuşma var mı?” diye soruyor, “yok”. Verdiği enerji kişiye fazla gelince uyuşma olurmuşJ

17 kişi enerjileri yüklenmiş bir şekilde ilerlerken Seferihisar rampalarında hep beraber dökülüyoruz. Bademler köyüne gelmeden çıktığımız son yokuşun tepesinde arkada kalanları beklerken enerji sahibini bisikleti elinde yürürken görüyoruz. Mum dibine ışık vermez dedikleri bu mu????

Bademlerde kahvede otururken enerji sahibi bir akşam rüyasında İsa ve Meryem’i gördüğünü ve 1 yıllık bir süre içinde yavaş yavaş böyle bir enerjiyle donatıldığını anlatıyor. O anlatırken okunup üflenmiş(!) bacağım daha da şiddetli ağrımaya başlıyor.

Dönerken, kolumu kırmış olmam sebebiyle pek bir uğursuz olduğuna inandığım bahçeler arasından geçiyoruz. Aynı noktada hep aynı köpekler havlar bize, ama alışığız, bize yaklaşmazlar, uzaktan, hatta evin içinden bile çıkmadan havlarlar. O gün biri dışarıda. Bu köpeklerden çektiğimi ağrıyan bacağımdan bile çekmedim ben! Belgesel kanallarından ve koşu antrenmanlarımdan edindiğim engin bilgi ve tecrübe ile hayvanların her zaman sürünün en arkasında kini av olarak seçtiğini iyi bilirim. Ve ben, önden giden 6 kişilik grubun en gerisindeyim.

10 metre ötemde ki keskin dönüşe aldırmadan hızlanıyorum zira köpeğin tamamı kafam kadar olmasa da bende yarattığı panik diz boyu. Önce çukurlara girip çıkıyorum, ardından çakılların ortasına dalıyorum, bisikletin arkası spin atarken ben 90 derecelik dönüşü bile almayı başarıyorum ama sol taraftan gelen ve fren yapmak yerine “aman dikkat” diye bağıran Hakan’dan kurtulamıyorum. Daha gidonu düzeltemeden bisikletiyle benim bisikletimin orta yerine dalıyor. Bisiklet savruluyor, bari düşüşüm hafif olsun diye frene yükleniyorum, bisiklet olduğu yerde duruyor, ben durmuyorum, hale hazırda sahip olduğum ivme, bisikletten kurtulup, birkaç adım koşup, bahçe duvarına çarpmadan durmama yetiyor. Köpek saldırısından bacağımda ki az sayıda morluk ve şişlikle kurtulurken Hakan’ın bundan sonra ki kurbanı kim olacak diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Feribot iskelesine 2 km kala arkayı toplamak için duruyor Yusuf Bey. Gelen herkes bisikleti bırakıp kendini kaldırım üzerinde ki çimlere atıyor. Enerji sahibi sırtını ağaca vermiş oturduğu yerden çimlere fısıldıyor, etrafındakilere “çimlere enerji yükledim koparın bir çim” diyor. Günay abi feribota yetişmemiz gerektiğini söyleyerek grubu toplarken enerji yükleyiciye dönüyor: “bak kardeşim” diyor, “ben yıllardır bu işi yapıyorum bizim böyle bir yerde molamız yok, burada hiç durmuşluğumuz yok. Sen enerji yükledikçe bu insanlar yerlere serildi, bak kimse yerinden kalkamıyor!” Sonunda içimizden biri “kral çıplak” dediJ

23 Ağustos 2011 Salı

23K + Kozbeyli Bisiklet Turu

3 aydır uzun koşuları Cumartesiye denk getirip spor salonunda koşmak adetim oldu. Bu hafta içi dizim çok ağrıyınca kısa koşuyu bir gün kaydırdım. Uzun mesafe bu durumda Cumartesiden Pazara gelmiş oldu. Hava dışarıda koşmak için hala çok sıcak; koşacaksam çok erken kalkmalı 9 a kadar bu koşuyu bitirmeliyim. Günün geri kalanında ne yapacağımı düşünürken elimi çabuk tutabilirsem sabah 9 da ki bisiklet turuna yetişebileceğime karar veriyorum.

Ne var ki planı aksatmaya, sabah 6da çalan alarmı, havanın henüz karanlık olması bahanesiyle, 10 dakika ertelemek suretiyle başlıyorum. Çeşmede ki koşu deneyimlerim bana sokak köpeklerinin, ne kadar uysal olurlarsa olsunlar, gün doğmadan ya da insanlar şehre dökülmeden önce fazlasıyla saldırgan olduklarını öğretti. Yarışa iki ay kala bir tarafımı ısıttırmaya niyetim yok.

Bacağımdaki geçmek bilmeyen, hatta her uzun koşuda bir yenisi eklenen ağrılar yüzünden uzun koşulardan soğudum. Ayaklarım geri geri gidiyor, sabahları koşu için kalkamaz oldum. Doktor gün aşırı koşmamı salık verdi. Her koşu sonrası beni yürürken bile epey zorlayan ağrılar ertesi gün biraz azalıyor ama hiç bir zaman geçmiyor. Koşacağım gün tahammül edilebilir bir düzeye gelmediyse haftada en az 3 gün koşmuş olacak şekilde o günkü koşuyu bir sonraki güne erteliyorum. Sekmeden koştuğum bir gün bile yok. Hal böyleyken First'ün, bir gün tempo, bir gün speedwork, bir gün long run programını uygulamaya koyamıyorum. Prosedüre uygun şekilde her hafta mesafeyi %10 arttırıyorum. Bu şekilde yarıştan 1 ay önce ilk 32km mi koşmuş olacağım. Hem tempoyu hem mesafeyi arttıramadığım için tempom hep düşük.

Özellikle uzun koşularda kendimi zorlamadan koşmak bir gün sonra ki bacak ağrımı en aza indirmiş olmanın garantisi. Bu düşüncenin beni sürüklediği rehavet, Pazar sabahı Bostanlı sahilinin en yavaş koşucusu olmama sebep oluyor. 6.35de başlıyorum koşuya. 8km lik bostanlı sahilinde 3tur atacağım. İkinci tur bittiğinde rüzgar çıkıyor, güneş yakmaya başlıyor, sahilde benden başka kimse kalmıyor. Son turu bitirirken Ege Pedal'dan bir grubu Barınak Kafe'nin önünde Karşıyaka’dan gelen grubu bekler görünce yetişemeyeceğimi düşünüp endişeye kapılıyorum ama çok yorgunum, hızlanamıyorum.

Saat 9:05de -planladığım saatten 15 dakika geç- evdeyim. Duş alıp, Bozo’yla grubun güzergahı hakkında konuşup, giyinip, yine Bozo’yla konuşup, suyu doldurup, saçlarımı taramadan aceleyle ıslak ıslak toplayıp, yine Bozo'yla konuşup, kaskımı, eldivenlerimi ve bandanamı unutup 9:15de evden fırlıyorum. Eve dönüyorum, kaskım, eldivenlerim, bandanam, bisikletim ve ben 9:18de tekrar asansöre doluşuyoruz.

Grup Çiğli'de mola veriyor, onlar kalkmadan yakalamak niyetindeyim. Çok hızlı olmalıyım: bir; grubu yakalamalıyım, iki; bacaklarım koşunun bittiğinin farkına varmamalı. 23km den sonra bu tempoya uyum sağladıklarına göre onlar beni hala koşuyor sanıyor. Çiğlide kahvenin önünde 90 derecelik bir dönüş var. Hızlı giriyorum. Asfaltı deterjanla yıkamışlar, suyu son anda görüyorum, frene dokunamıyorum, virajı alabilmek için bisikleti yatırıyorum, bir daha kaldıramıyorum. Bu kadar yumuşak bir düşüş tecrübem olmadı hiç. O kadar hızlı doğruluyorum ki, yerle temas edenin sadece bisiklet olduğunu bile düşünüyorum. Ezilmiş gidonu düzeltiyorum, plastik parçayı yerine yerleştiriyorum, alyanı çıkarıp seleyi düzeltiyorum, arka farı takıyorum, nereye ait olduklarını bilemediğim parçaları arka cebime dolduruyorum, atan zinciri takıyorum, lastikleri kontrol ediyorum, 3 metre ilerimde oturduğu yerden mal gibi beni seyreden ahaliyi selamlayıp aynı hızla olay mahallinden uzaklaşıyorum.

Artık bacaklarım koşunun bittiğinin, yeni bir aktivitenin başladığının farkındalar ve isyanda… Topuğum ağrıyor, kasığım çekiyor, sol quadım ve her iki dizim ağrıyor, shin splints başlamadı ama habercisi olarak incik kemiğim sızlıyor. Yere hiç temas etmediğini sandığım sol bacağım yavaş yavaş şişiyor, kenarları yeşeriyor, ortası kızarıyor. 20x10cm lik şişkinliğin gelişimini bisiklet üzerinde izlerken önce yol kenarında ki mıcıra sonra çalılıklara girip kendime geliyorum.

Düşük vites yüksek kadansta ağrım yok ama en ufak bir zorlamada krampların ardı arkası kesilmiyor. Kozbeyli rampalarını tırmanırken en düşük vitesteyim, yine de karşıdan esen rüzgârın da etkisiyle sol kasığıma, ayakta pedal basarsam dizime sancı giriyor. Ayak parmaklarımdan popoma kadar sol bacağımda ve her iki dizimde acıyı hissetmediğim tek bir santimetrekare yok. Yine de rampaları beraber çıktığım biri durumumu bilmesine rağmen “performansın çok düşük bugün” diyor bana. Yusuf Bey’in ağzından şaka gibi geliyordu ama burada beni gerçekten android sananlar var galiba.

10 Temmuz 2011 Pazar

Blogumun Reytingi Artıyor!

Bu, okunmayan bir blog. Abim bile okumuyor. Biliyorum çünkü geçen kış İngiltere’ye gittiğimde abimin eşi, Alina, “bana çevirir misin Nur’un yazdıklarını, ben de okuyayım” dediğinde abim “ben bir yazısını okudum, okunacak bir şey yok” demişti.

Alina’yla o gün, insanların başarısızlık değil de başarı öykülerini sevdiğini saptıyoruz. Maddi güçlüklerle kurulan mahalle futbol takımının şampiyon olmasını, kocası tarafından aldatılan sıradan bir ev hanımının başarılı bir iş kadınına dönüşmesini, üniversitede aşağılanan sivilceli suratlı öğrencinin şansı ve hırsı sayesinde popüler ve zengin bir iş adamı olmasını, Body For Life’da hımbıl birinin 3 ay içinde fit ve kaslı bir insana dönüştüğünü anlatan “transformasyon” öykülerini severiz biz. Oysa bu blogda yapılabilenler değil, yapılamayanlar anlatılıyor. Kimsenin öyküneceği, kendini “yerine koymak” isteyeceği yazılar değil bunlar. Daha çok, kendisiyle barışık olmayan insanların kendi zayıflıkları ile yüzleşerek daha da nefret edeceği öyküler.

Bunu bildiğim için 1 yıldır yazdığım bu blogu ailem dışında kimseyle paylaşma gereği duymuyorum. Mayıs ayında yazdığım Bozcaada Yarı Maratonu ile ilgili yazım, yarışı organize eden Yarış Takvimi tarafından kendi sitelerinde duyurulduğunda yaşanan küçük dalgalanma dışında sitenin okuyucu sayısı planlandığı gibi 3-4ü geçmiyor.

Geçen hafta ki bisiklet turunda yaşananlar blogumun kaderini değiştiriyor. Yeterli ilgiyi görmediğini ve tarafımdan sürekli terslendiğini düşünerek benden intikam almak isteyen Ahmet, orda olmadığım bir anda adımı içki sofrasına getiriyor. “Bana ters davranıyor, ne biçim konuşuyor” diye başlıyor, niyeti beni rakı masasına meze yapmak olmalı ama Günay Abi fırsat tanımadan susturuyor : “Nur delikanlı kızdır, kıvırmaz, düşündüğünü söyler, laf söyleme ona” . Yönetim kademesinden umduğunu bulamayınca ikinci kez şansını ben uyumaya gittikten sonra diğer üyelerle deniyor. Onları da galeyana getiremeyince hevesi kursağında kalıyor. Turdan döner dönmez uzun ve titiz bir araştırma ile blogu keşfediyor. Blogda yazılanlardan ve özünde iyi bir insan olduğundan bahseden sitemli bir mesaj atıyor. Cevap yazmıyorum. İşler istediği gibi yürümemiş olacak ki ertesi akşam Salı turundan bir arkadaş bana mesaj atıyor: “Ahmet sitenin propagandasını yapıyor, kızları sana karşı kışkırtıyor” Bir grupta bu kadar sevilen bir kadın varsa, ondan nefret eden kadınlar da mutlaka vardır diye düşünmüş olmalı ve bingo!

Ertesi sabah çemkiren ve hakaret eden mesajlarla açıyorum facebook u. Her zaman ki gibi sadece gülüyorum, silmiyorum, cevap da vermiyorum. Aksi takdirde ortamda ki dengesizlik Alev Alatlı’nın kuantum fiziğini Hülya Avşar’la tartışmasına benzeyecek. Duvarıma yazılan yazıyı görenler soruyor, blog dan bahsediyorum. Ahmet zaten bir gün önce yeterli reklâmı yapmış, duyan açıyor, açıp okuyanlar bir başkasına haber veriyor.

Bir beceriksizin anıları, benim yazdığım ve sadece babamın düzenli olarak takip ettiği bir blog ken birden göz önüne çıkıyor, herkesin haberi oluyor. Yüzlerce üyesi olduğunu tahmin ettiğim yarış takviminin ana sayfasında yayınlandığında bile bu kadar tıklanmayan sitede, işin içine nefret, intikam, öfke ve hırs girdiğinde reytingler tavan yapıyor.

En hareketli zamanı olan Mayıs ayının tamamında bile sadece 68 tıklama alırken, daha 1. haftasında Temmuz ayı tıklanma sayısı 153’e ulaşıyor.

Emeği geçen herkese teşekkür ederim!

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Bahtsız Bedeviler Bisiklet Turunda


Bu hafta ki Çandarlı turunu Ahmet Bey organize etti. Turun aslı bisiklet binmekten ziyade Ahmet Bey'in balık tutma sevdası üzerine kuruludu diyebilirim. Ahmet Beyin Urla turunda anlattığı, kol kadar kefaller, bacak kadar sazanlar yakaladığı anılarından sonra bizler de yiyici ekip olarak hiç itiraz etmeden düşüyoruz yollara...

Tura, Cumartesi günü, sabah 7.30 Koçtaş’ın önünden katılıyorum. Benim için sürpriz olan uzun zamandır turlarda göremediğim Mehmet Bey’le Çandarlı turunda karşılaşmak. Toplam 9 kişiyiz. Bana kalırsa uzun ve kalmalı turlar için ideal bir çoğunluk.

Uzun turlarda gidişlerimiz hızlı ve problemsiz olur, yine öyle oluyor. Çok güzel organize oluyoruz, çay, çorba ya da börek molası için oturduğumuz yerlerden planladığımız saatlerde kalkıyoruz, hiç lastik patlamıyor. 13.00de Çandarlı’da oluyoruz. Tur planlanırken, mangalda balık düşlemekten olacak, nasıl konaklanacağı konusuna fazla kafa yormadık. Günay abi yormuş: Çandarlı merkezde, bulunduğumuz yere 10km mesafede bir pansiyondan fiyat alınmış. Gece isteyen oraya gidecek. Bir de Ahmet Bey’in Figen ve bana tahsis ettiği 3 kişilik çadırımız var.

Ahmet Bey kamp alanına varır varmaz Bülent beyle bir km ötede ki nehire balık tutmaya gidiyor. Biz balık tutulan yerin çok ıssız ve çok uzak olmasından dolayı plajda kalıp tur yorgunluğunu atmak üzere denize girmeyi tercih ediyoruz. Ellerimizde bira kutuları ile şezlonglara yayılmışken tahminen herkesin düşünce baloncuklarında kol kadar kefaller bacak kadar sazanlar yüzüyor. Bir şeyler atıştırmak için kafeye geçmemizden kısa bir süre sonra Ahmet Bey ve Bülent Bey geliyor yanımıza. Torbadan çıkan iri sayılabilecek bir adet levrek ve birkaç minik kefal akşam yemeğinde karnımızı balıkla doyuramayacağımızın habercisi. Balıklarımızı da alıp markete, akşam için yiyecek bir şeyler almaya gidiyoruz.

Bir grup, alışveriş yapanları dışarıda beklerken, oranın yerlisi genç bir arkadaş balık torbasını görüyor, “buradan çıkan en büyük levrek” diyor hayretle. Tavuklarımızı, domateslerimizi, rakımızı ve tabi ki tatlılarımızı alıp kafeye dönünce iş bölümü yapıyoruz. Ahmet Bey, Günay Abi ve ben çadır kurmaya girişiyoruz, Celal balıkları temizliyor, Mehmet Bey Çandarlı’da kalan bir arkadaşı ile evde gecelemek üzere aramızdan ayrılıyor. Ahmet oturduğu sandalyeden yapılanları seyrediyor, Figen güneşleniyor.

Böyle bir çadırı kurmak normal koşullarda 3 dakika sürer, benim trekking tecrübemle üçümüzün çadır kurması yarım saati buluyor.
Bira ile başladığımız güne, sofrada rakıyla devam ediyoruz. Gece ilerlerken Figen ve Ahmet Bey aramızdan ayrılıp balık tutmaya gidiyorlar tekrar. Halbuki markette ki çocuk o nehirden 25cm lik levreğin çıkmasına bile mucize kabilinden bakmıştı. Gece 23.00 gibi oturduğumuz kafenin sahibi Çandarlı’ya, pansiyona gitmek isteyen varsa götürebileceklerini söylüyor, pansiyonda kalmakta çok ısrarcı davrananlar dahil kimse istekli davranmıyor. Kafenin kapısı üzerinde yazan ilan Bayramla beni cezbediyor: sezon eğlencesi piyanist şantör Gökhan! Göbek atalım diye kıkırdaya kıkırdaya gidiyoruz ama öncesinde içtiğimiz onca bira ve rakıya rağmen havaya giremiyoruz. 12.00de eğlence merkezi kapanınca, elimizde biralarla bizimkilerin yanına dönüyoruz.

Gece 1.30da çadıra giriyorum. Bu, dağcılıktan alışık olduğum uyku tulumlu, matlı bir çadır değil. Çadırı üstüne kurduğumuz zeminden soğuk gelmiyor ama gece yağan çiğ ve rüzgar sayesinde çadırın içi buz gibi. Denize girerken giymek üzere yanımıza aldığımız şort ve askılı blüzler gece için yeterli gelmiyor. Grill deki şişe dizilmiş tavuklar gibi bütün gece döne döne sabahı ediyorum. Yine de dışarıda heder olan erkeklerden daha şanslıyız, çiğ üzerimize yağmıyor.

Sabah 6.00da çadırın etrafında biri dolanıyor, hızlı bir şekilde birkaç kez çadıra vuruyor. Pek hoş bir uyandırma şekli değil. Bizimkilerin şaka olsun diye bizi de kaldırdıklarını sanıyorum, Ahmet’in kendi uyuyamadığı için hırsından bizi uyandırdığını sonradan öğreneceğim. Bazı insanlar içinde iyilik barındırmıyor. Geceyi çok kötü geçirmişler, soğuktan gözlerine uyku girmemiş, sert şezlongun üzerinde yatmaktan herkesin bir yerleri tutulmuş. Bazı şezlongların üzerinde naylon masa örtüleri var, battaniye yerine… Günay Abi ve Ahmet Bey ortalıkta yok. Isınabilmek için çareyi, balık tutulan yerde ateş yakmakta bulmuşlar sabaha karşı. Ateş yanarken Günay abi biraz kestiriyor, söner sönmez sıçrayarak uyanıp “ahmet, ateş söndü” diye sesleniyor. Bu kötü gecenin sonunda aramıza dönmeye kara verdiklerinde Günay Abi yeni yeni doğan güneşin sıcaklığını henüz iliklerinde hissedemeden suya düşüyor. Saat 7de yanımıza geldiğinde sırılsıklam. “Denize düştüm, böylece denize düştüm” diye söyleniyor. Yine de neşeli bir tınısı var sesinin, gülüyoruz hepimiz. Hiç aklında yokken, bütün üşümüşlüğü ile yeniden denize girip duş alması gerekiyor Günay abinin.

Herkes bu kadar olumlu değil, hayatları boyunca pamuklara sarılıp sarmalananlar uyuyamamanın hırsını uyuyabilenlerden çıkarıyor. “beklemeyelim mehmet beyi, adam orda osura osura uyudu bütün gece, onu mu bekleyeceğiz bir de 9.00a kadar. Basıp gidelim” deniyor. Günay abi grubun bölünmesi taraftarı değil ama koskoca adamlar gitmeye karar verdiyse diyecek bir şeyi de yok. Ben de kendi adıma, yol boyunca sızlanıp, provokatörlük yapıp grubun huzurunu kaçırmaması için gruptan ayrılmalarını tercih ediyorum. Ayrılıyorlar…

Mehmet beyin aramıza katılmasını beklerken kahvaltılık malzeme almak için markete gidiyoruz ama 7,30da market kapalı, çaresiz Şakran’da yapmaya karar veriyoruz kahvaltıyı. Yol yapım çalışmasının olduğu yerde bir kez lastik patlamasına rağmen 1 saatte alıyoruz 22km yi. Ama şakrandan kalkar kalkmaz ikinci kez patlayan lastik bizi 40 dakika oyalıyor. Celal’in yanında yedek lastik yok, aramızda yol bisikleti kullanan tek kişi olduğundan kimse ona kendi lastiğini veremiyor. Lastiği tamir etmek mümkün olmayınca 40 dakikanın sonunda Celal yürüyerek, biz bisikletle ilerliyoruz lastikçi bulmak umudu ile. 2 km ileride deniz kenarında bir kamp alanı keşfediyoruz, gölgede bekleme umudu ile içeri giriyoruz. Ahmet Bey Celal'in sorununu halletmek için elektrik bantı buluyor, Figen kamp yeri sahibine çay demletiyor, biz de bir söğüt ağacı gölgesine kuruluyoruz. Yolda yine lastiği çıkarıp takmak zorunda kalan Celalin yürüyerek yanımıza gelmesi 1 saati buluyor. Jantın içi elektrik bantı ile çevreleniyor, iç lastiğin patlak yerleri belirleniyor, zımparalanıyor, yapıştırıcının kuruması için bekleniyor, lastikler yamanıyor, şişiriliyor, yama tutmuyor. Tekrar zımpara, tekrar yapıştırıcı, yapışsın diye masa altına bekletiliyor, yama sıcaktan yine tutmuyor. 2 saat boyunca devam edecek olan bu seremoni sonunda Bayram, her biri en az 4-5 kere yamanmış iç lastikleri zafer edasıyla kaldırıp eskisinden sağlam oldu diye böbürleniyor.

Yola çıkıyoruz, ilk 100metrede lastik yine iniyor, Bayram ve Celal kalıyor biz Aliağa’ya kadar devam ediyoruz. Aliağa’da arkadan gelenleri beklemek için durduğumuzda Celal bir kamyonun içinden el sallayarak geçiyor. Bayram da binmek istemiş kamyona bize yetişmek için ama kamyon şoförü yolda ineceksen hiç binme demiş, almamış onu. Celali kamyonda gördükten 10 dakika sonra Bayram dili dışarıda katılıyor aramıza, bizi bekletmemek için çok basmış.

İzmir’e vardığımızda saat 19.00, o gün kat ettiğimiz yol 80km, bisiklet üzerinde geçen zaman 4 saat, toplam tur süresi 10 saat.

28 Haziran 2011 Salı

Karar vermek, Krizi görmek, Planı değiştir(me)mek

Programda Urla Demircili koyu var, meteoroloji Pazar ve pazartesi günlerinde görülecek yağışlar ve fırtına için Marmara ve Karadeniz bölgesinde yaşayan halkı 1 haftadır uyarıyor. Orda yaşanan hava durumu Ege bölgesinde kendini fırtına ve 10 derecelik ısı düşüşü olarak gösterecek. Bir gün önce Gülsün Hanım “Urla’da denize girecek misin?” diye soruyor. “Hava kapalı olacakmış, çok da rüzgâr olursa girmem herhalde” diyorum. Ahmet sohbetimize dalıyor “nerden soğuk olacakmış havaya baksana” Yarın 10 derece düşecek, 25 olacakmış diyorum. Klasik bir “sen her duyduğuna inanır mısın?” muhabbeti başlıyor. Peki, her duyduğumuza inanmayalım, kendi tahminimizi işimize geldiği gibi kendimiz yapalım, daha gerçekçi(!) olur. Ahmet duruma açıklık getiriyor “Bugünü 35 veriyordu, ben bisiklete binerken baktım 42 gösteriyordu”. “meteoroloji hava sıcaklığını gölgede verir” diyorum. “Siz güneşin altında ölçtünüz” “E tamam” diyor “yarın da 25 değil 35 olacak demek ki” diyor. Anlamıyor. O anlamayınca tane tane anlatıyorum, “Ahmet Bey meteorolojinin verdiği değerler gölgedeki sıcaklıktır. Yarın hava kapalı olacak, yani 25 derecenin 35 derece hissedilmesini sağlayacak bir güneş olmayacak. Zaten söylendiği gibi kuvvetli rüzgar ya da fırtına beklentisi varsa muhtemelen hissedilen sıcaklık daha da düşük olacaktır”. Anladığını sanmıyorum, daha fazla vakit kaybetmeye gerek yok.

Pazar sabahı Bornova’da yağmur yağıyor, Konak’ta çiseliyor, hava serin ama bisiklet için bu tercih edilir bir durum. Güzelbahçe’de ki kahveye vardığımızda Bülent arıyor bizi, Özbek’teymiş, Urla uçuyor diyor. Şimdiden rüzgâr kuvvetli ama arkadan esiyor. Kimse önemsemiyor ama Günay abi dertli dertli havaya bakıyor. Dönüş yolunda bizi epey zorlayacak. Kahvaltı ederken Alper’in yanında oturuyorum. “Gitmeyiz belki Urla’ya” diyorum “Neden?” diyor Alper. “Günay abi rüzgar yüzünden değiştirir belki programı” diyorum. “yoo” diyor “program niye değişsin ki?” Alper başkan, Ege Pedalda demokrasiyle yönetilen bir oluşum olmadığından, onun dediği olur.

Urla yolunda karşı şeritte asfalt döküm çalışması olduğundan gidiş yolunu ikiye bölmüşler. Arabaların bizi sollayabilmesi için karşı şeride geçmesi gerekiyor. Trafiğin az olması sorun yaşamamızı engelliyor. Arkadan esen rüzgarla saatte 40-45 ortalama ile gidiyoruz, peşimizde konvoy olan araçlara fazla eziyet etmiyoruz.

Demircili sapağına gelmeden benzin istasyonunda duruyoruz. İki dakika diyorlar ama süre uzuyor, canım sıkılıyor, bisikletle benzincinin içinde tur atmaya başlıyorum. Bir ara uzakta ki görevlinin telaşlı telaşlı eliyle koluyla bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyorum, dönüp bakınca Gamzeyi benzin istasyonunun orta yerinde elinde sigara ile görüyorum. “Tamam, söndürüyorum” deyip markete doğru yürüyor. Çöp aradığını düşünüyorum ama ikinci turda Gamze’yi, yanan sigarasını marketin önünde ki kaldırıma yerleştirmeye çalışırken görüyorum. “Gamze, benzin istasyonunun orta yerinde hem de bu rüzgârda yanan sigara başıboş bırakılır mı? Uçacak şimdi” diyorum. O sırada sigara uçuyor. Gamze sigaranın peşinden uçuyor, bulamıyor, nereye uçtu diye bakınıyor, etrafa soruyor, bütün istasyon hop oturup hop kalkıyor. 15-20 sn sonra Gamze sigarasını buluyor. Bir tur daha atarken az önce eliyle koluyla sigarayı söndür diyen adamı yüzünde bir dehşet ifadesi ile zıplar görüyorum. Yine arkamı dönüyorum, Gamze petrol tankerinin gölgesinde sigarasına devam ediyor. “Gamze havaya uçuracaksın bizi çekil o tankerin yanından” diye sesleniyorum. Adamın el kol işaretlerinden kendisine sigara içmesi için yer gösterdiğini zanneden Gamze “E, ben bu sigarayı nerde içeceğim” diye sitem ediyor.

Filme çekilip televizyonda sigara karşıtı reklam kampanyası olarak kullanılmalı. Zira nikotin krizi akıllı bir kadını bu hale getebiliyorsa, IQ su 100ün altında ortalama bir insanda sebep olacağı tahribatı tasavvur edemiyorum.

İstasyonu sapasağlam yerinde bırakıp Demirciliye varıyoruz. Alper yanımızda ki piknik masalarından günlük kira alındığını söyleyerek koyda ki işletme hakkında bilgi veriyor. Takılıyorum: “Hani bedava yaşıyorduk? Hava bedava, bulut bedavaydı?” Gamze hala benzin istasyonda ki intikamını alma peşinde olmalı ki saldırıyor:
      Kimden duydun sen onu?
      Orhan Veli

Gülümsüyorum, anlaşılır kılmak için aynı dizeleri bu sefer Özdemir Erdoğan’ın bestesi ile söylüyorum:
    Dere tepe bedava
    Yağmur, çamur bedava
    Otomobillerin dışı,
    Sinemaların kapısı,
    Peynir ekmek değil ama
    Acı su bedava

Gamze, Orhan Veliyi gazeteci, şiiri de gazete manşeti sanmış olmalı ki cevap tez ve bir o kadar da sert geliyor:
    -  Sen her duyduğuna inanma!

Bilge insan konuştuktan sonra bana sadece susmak kalıyor.

Dönüş yolu tahmin ettiğimiz kadar zorlu. Diğerleri çok yavaş kalınca 4 kişi gruptan ayrılıyoruz. Önden esen kuvvetli rüzgârı ve 16km boyunca ardı ardına rampa çıkacağımızı bildiğimden sırayla draft yapacağımızı düşünüyorum ama ilk 500m de bizim 4lüde takım ruhundan eser olmadığı ortaya çıkıyor. Genç bir arkadaş hırslarına yenilerek basıyor, kısa sürede kesiliyor, Ahmet aşık atmak için arkasından gidiyor ama yetişemiyor. Böylece 4 kişi kimsenin kimseye hayrı dokunmayacak şekilde aynı hızla ama 50şer metre arayla yol alıyoruz. Lance Armstrong Fransa turunda Alpleri 40km ortalama ile çıkıyor, biz Demircili rampalarını 15 ortalama ile... 16km yi kat edip Urla yoluna çıkmamız molalarla birlikte 2 saatimizi alıyor, ilk benzincide Gamze ve Alper “arkadan geliriz, beklemeyin” diye haber gönderiyor.

Yolun bundan sonrasını Günay abiye draft yaparak geçiyorum. Hayat bana kolay. 10 km sonra ilk benzincide durduğumuzda Günay abi çok üzgün. “çok yanlış yaptık arkadaşlar, ilk oturduğumuz kahvede rüzgârın durumu belli, yol çalışması var, bu tur iptal demem gerekiyordu” diye söyleniyor. Sorumluluğu üstlenmesin diye o kahvede Alperle konuştuğumu, tur iptal olmaz dediğini anlatıyorum. Bir gün önce “rüzgâr falan olmaz, meteoroloji yanlış bilgi veriyor” diyen arkadaşımız yorgunluktan en düşük vitesle pedal bastığını söylüyor. “ben Günay abinin arkasında gayet rahatım” diyorum. “Uyanık seni” diye cevap geliyor. Allah herkese kafa vermiş güzelim, ama dolu ama boş! Takım ruhu olmamasına şaşmamalı, dayanışma bizde düzenbazlık olarak anlaşılıyor demek ki.

Yola koyulduğumuzda, draft yapıyorum diye beni küçümseyen herkesi birinin tekerine yapışmış görüyorum, takım ruhu oluştu sonunda.

Güzelbahçe’yi geçtikten sonra rüzgârı daha az almaya başlıyoruz. Artık bisikletler savrulmuyor, hızımız ortalama 25 km/sa lere kadar çıkıyor. Genç arkadaşımız 21.00 feribotunu yakalayabilmek umudu ile basıyor, Ahmet peşinden gidince 10km boyunca ben tek kalıyorum. Yolun bundan sonrasında düğün salonları, mutlu insanlar, erken sarhoş olmuş düğün sahipleri, yolun orta yerinde kırılan bira şişeleri, salonda yeterli eğlenceyi bulamayıp yol kenarında tezahürat yapmayı tercih etmiş gençler, geri geri giderken yanlışlıkla şerit değiştiren araba, arabadan kaçarken üzerime süren diğer araba, arada yusuf yusuf ben… Feribot iskelesini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Helvacı Köyü

Ege Pedalla buluşmak üzere sabah 9.30da çıkıyorum dışarı. Apartmanın önünde daha önce görmediğim biri bisikletini hazırlıyor. Kendi bisikletimi onunkinin yanına koyup kask ve eldivenlerimi giymeye başlıyorum. 20cm mesafe ile bisikletlerin tepesinde hazırlanan iki insanın diğeri yokmuş gibi davranması tuhaf geliyor, kendimi zorlayarak konuşmayı başlatıyorum. Hafta sonları tek başına çıkıp Kaklıç’a gidiyormuş. Bizle gelebileceğini söylüyorum. Ortalama hızımızı, süremizi ve mesafemizi öğrendikten sonra bize katılmaya karar veriyor. Adı Ozan.   

Koçtaş’ın önünde bizimkilerle buluştuktan sonra ben bizimkilerle sohbete dalıyorum, Ozanla ilgilenemiyorum. Ara yollardan Çanakkale yoluna çıktığımızda Ozanı önlerde görüyorum, rahatlıyourm demek sorun yok. Bir ara arkadan biri Günay abiye yavaşlaması için sesleniyor, birileri arkada kalmış. Kim olduğunu anlamıyoruz. Ulukent’te kahvaltı için durduğumuz kahvede Ozan’ı göremiyorum. En öne geçtiğini ve duracağımızı bilmediği için kahveyi geçtiğini düşünüyorum. Grupta bir gerginlik var. Tolga “niye basıyorlar bunlar abi” diye söyleniyor. Eyvahhh, korktuğum başıma mı geldi? Bunlar Ozan’a mı kızıyorlar? Basıp giden ozan mı? Ben kahvaltı edecek bir şeyler bulmaya çalışırken gerginlik büyümüş. Masaya döndüğümde Mehmet beyi fırçalarken buluyorum. Ozan fırçalanıyor sanıyorum, ayıptır diye düşünüyor, onun adına üzülüyorum. 40 yaşlarında adam, bir şirketin genel müdürü, ilk kez katıldığı bir grupta çocuk gibi fırça yemek de nesi?  Yine mi fırça deyip sırıta sırıta Celal’in yanına oturuyorum, bunun önemsenecek bir şey olmadığını anlar umudu ile. Celal bana nasıl bastığını anlatıyor. O zaman bu fırça senin için diyorum. “Yok” diyor “Anıl benden 50m öndeydi” Kimsenin üzerine alınmadığı bu pişkinliğe bayılıyorumJ Mehmet Bey beni duymuş olmalı “Nur Hanım biz az mı fırça yedik, atıcam tabi fırçamı” diyor. “Aaa Mehmet Bey haklısınız, yıllardır öfkemizi içimizde büyüttük biz. Arkada kaldıysanız önde gidene, önde gidiyorsanız en arkadakine fırça atacaksınız ki başkası fırsat bulup size saldırmasın” Zira, Ege Pedalla ilgili en büyük sıkıntı kocaman insanların, çocuklarının bile önünde azar işitmesinden kaynaklanır.

Gerginliğin Ozanla ilgisi olmadığına seviniyorken geride kalanın o olduğunu öğreniyorum. Grup onun yüzünden basamıyormuş. O da farkında olmalı ki bizimle fazla kalmıyor, 23.km de bir arkadaşı onu arabayla alıyor.

Bisikletle geçerken bizim yarıştığımızı düşünüyor çoğu kişi. Motive etmeye çalışanlar, destek olanlar ya da sadece selam verenler çok oluyor. Ana yoldan devam ederken önümde Gülsün Hanım var. Seçim otobüsünün üzerinde ki parti lideri gibi alkışlayan, el sallayan, korna çalan halkı eliyle koluyla selamlayarak ilerliyor. Karşı şeritte, kornasıyla bize eşlik eden kamyon şoförünü selamladığı kolu aşağıya henüz inmişken yan tarafta ki inşaattan ıslık, alkış ve bağrışlardan oluşan bir tezahürat yükseliyor. Kaç kişiler bilmiyorum ama çıkan ses Ali Sami Yen’i aratmıyor. Karşı kaldırımda el sallayan bit kadar çocuğu bile ayrımsayan Gülsün Hanım bu sefer duymuyor, görmüyor, minicik kalıyor. Arkasından bağırıyorum “Gülsün Hanımmmm, selamlasanıza halkı”.

Helvacı köyünün girişinde çeşme görünce bisikletleri yol kenarına bırakıp 10 dakika su doldurma molası veriyoruz. Yol çok işlek olmadığı halde bir araba korna çalıyor, niye ki diye bakıyorum. Bütün bisikletler yolun kenarında iki sıra dizili iken biri orta çizgide. “Sedona kiminse alsın bisikletini oradan, arabalar geçemiyor” diye sesleniyorum. Kimse sahip çıkmayınca Tolga alıyor bisikleti yolun orta yerinden, “kafa var bunlarda ama beyin yok içinde” diye söyleniyor bir yandan. Bu aymazlıkta bir tek kişi tanıyorum: Figen.

Yemekleri yedikten sonra karpuz alıp piknik yerinde yemeye karar veriyoruz. Işıklarda birkaç dakika bekliyoruz, bize yeşil yanınca herkes karşıya geçmek için hamle yapıyor. “hop hooopp” diyorlar arkadan, “karşıya değil, sağa döneceksiniz”. O zaman neden ışık bekledik bunca zaman? Bu daha başlangıç, sıcaktan olsa gerek biraz hasarlıyız grupça. Yolu bilenlerin tarifi ile ilerliyoruz ama kesin talimat veren yok. Yol üzerinde karşımıza çıkan insanlardan ne çeşmeyi ne de piknik alanını bilen var. Tozlu, kumlu, çakıllı, dikenli, çalılı yollarda rampa aşağı rampa yukarı yarım saatten fazladır gidip geliyoruz. Bir yol ayrımında sola dönmeye karar veriyor bilenler. Bir ev görüyoruz, bahçesinde kocaman yeşil koltuklar, yakınında da bir çeşme var. “oturalım burada” diyorum. “koltuksa koltuk, çeşmeyse çeşme, gölgeyse gölge, hepsi var”. Biz ne arandığını bilmeyenler razıyız herhangi bir gölgeye ama aradığımız piknik alanına daha önce gitmiş olanlar mutlaka bulalım orayı diyorlar. Geldiğimiz yolu geri dönüyoruz bu sefer sağ yola sapmak üzere. Celal önden gidiyor “sağa dönecektik” diyor. “E madem sağa dönecektik neden sola döndük” diyorum, "emin değildik" diyor. Şimdi emin miyiz? Zekâ ışıltıları saçarak diğer yolu deniyoruz, 100m ilerleyince yol 3e ayrılıyor. Biz, oradan mı buradan mı diye düşünürken Günay abi gidilecek yolu gösteriyor. Her yolun başında olduğu gibi  “Emin miyiz?” diye soruyorum. “tabi tabi“ diyor Günay abi “Bende saat var, gösteriyor” “???” Ağlamak istiyorum.

1.5km uzaklıkta ki piknik alanını 42 derece sıcakta 8km yol yaparak buluyoruz. Sıcaklık 35e düşüyor, serin serin esiyor, ayakkabılarını çıkaranlar ayaklarını buz gibi suya daldırıyor, tüm acılara değiyor.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Sosyalleşmek Zamanı


Temmuzun 12sinde, Kasım ayında katılacağım Atina maratonuna hazırlanmaya başlayacağım. Aradaki süreyi fırsat bilip hafta sonu bisiklet turuna katılıyorum. Bu hafta sonu hava kuvvetlerinin 100. yıl gösterileri var. Cumartesi günkü Seyrek gezisinde gösteriyi de seyredeceğimizi öğreniyorum. Bisiklet binmeye hasret kaldığımdan olacak, ayakta dikilip 3 saat gökyüzünü seyretmektense bisiklete binmeyi tercih ederdim ama ses çıkarmıyorum. Kaklıç’tan kalkarken uçakların sesleri duyuluyor ve nerden seyredebileceğimiz tartışılıyor. Anlıyorum ki günün geri kalanı ile ilgili henüz bir plan yok. Seyir yeri olarak bir dut ağacının altından bahsediliyor. Uçaklar değil ama dut fikri bana cazip geliyor, kahvaltı etmeden çıktım evden.

Seyrek’in engebeli yolarında kimse önüne bakmıyor. Kafalar havada, uçakların gösterilerini izlemeye başladılar bile. İlk kim üzerime çıkacak diye gerilmekten bıkıp en öne geçiyorum. Gündüz ofiste yalnız, akşam evde yalnız olan bana bir konuşma hali geliyor hafta sonları. Böyle kalabalık grup olunca fırsatı kaçırmıyorum. Rüzgâr önden esiyor, zorlanıyorum ama konuşmaktan da geri kalmıyorum. Anlattıkça anlatıyorum. Dilim çıkıyor yorgunluktan, nefesim kesiliyor, boğazım kuruyor ama susmuyorum. Arkadaşın giderek hızlanmasının sebebi beni susturmak mı acaba? Aldırmıyorum.

Bahsi geçen seyir yerine ilk varıyoruz. Hemen ağacın altında ki duvara çıkıp dut aramaya başlıyorum, bir tane bile yok, hepsini yemiş olmalılar. 5 dakika içinde bizimkiler birer birer geliyor. Dutu şikâyet ediyorum “hiç kalmamış ki üzerinde”, biri cevaplıyor “çünkü o incir ağacı” Bizim dut ağacını kesmişler meğer. Dut ağacını incir ağacından ayıramayan doğasever ben, süklüm püklüm duvardan inip isteksizce uçakları izleyen bizimkilere katılıyorum.

Ters uçuyor uçaklar, beşi beraber uçuyor, biri yukarı çıkıyor, diğeri aşağı iniyor... Her seferinde bizimkiler heyecanla bağırıyor “ters gidiyor abi, bak, bak, bak, ters gidiyor” Ne var ki bunda? Eğer uçağın pilotu değilsen ve o heyecanı hissetmiyorsan uçağın düz ya da ters gitmesinden bize ne? Nasıl bir haz aldıklarını anlamadan bir süre seyrediyorum, sonra “karnımız acıktı, seyrekte yemek yiyip sonra gelip seyredelim” ekibine katılıyorum, zaten dut da yiyemedik!

Yemekte bir arkadaşımla arıyor, akşamüstü saat 15.00de buluşmak üzere plan yapıyoruz. Bu beni günün kalanında uçak seyretmekten de kurtaracak. Saat 13.30da yola çıkıyoruz, ben “mola vermeden gideceğim” deyip ekipten ayrılıyorum. Bir arkadaş bana eşlik ediyor. Yetişebilmek için saate ortalama 25km hızla gitmemiz gerek. Zor değil çünkü rüzgar arkadan esiyor. Arkadaşım Kaklıç yolunda yavaşlıyor, ben yavaşlamıyorum, acelem var. 2 km kadar daha gidince “ya oradan dönecektik galiba fazla gittik” diyor. Yanlış gittiğimizi daha önce fark etmiş ama bana söylemek için susmamı beklemiş olmalı. Rüzgâr arkadan esiyor, yorulmuyorum, niye susayım ki?

Bizimkileri görüyoruz yolda, mola vermişler. Alper sesleniyor “yalnız mı gidiyorsun Nur?” Hayır diyecek oluyorum ama arkamı döndüğümde bana eşlik eden kişinin durduğunu fark ediyorum. Onu yol değil benim çenem yormuş olmalı. 1 km sonra tekrar yanımda görüyorum, kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum. Kaybettiğimiz süreyi telafi etmek için şimdi daha da hızlı gitmemiz gerekiyor. Eve vardığımda bacaklarım değil, boğazım ağrıyor.

Hafta sonu bu insanları bezdirmemek için hiç değilse hafta içi akşam antrenmanlarından vazgeçip biraz sosyalleşmeli mi?

27 Mayıs 2011 Cuma

Korkunun Üzerine Gitmek: Çeşme-18K

Bozcaada yarı maratonundan sonra ki ilk Perşembe 19 Mayıs. Cumayı da tatil yapınca 4 günü arkadaşımla Çeşmede geçirmeye kara veriyoruz. Daily Mile cılar Perşembe günü Urla’da 18K koşup ardından 750m yüzme programı yapınca ben de Çeşme öncesi programa dahil olmaya niyetleniyorum. Çarşamba akşam bacağımın ağrısı Urla programını iptal etmeme sebep oluyor. Koşu kısmını Çeşme'de telafi edebilirim ama eğlenceden uzak kalacağımı bilmek içimi buruyor.

Ertesi sabah tamamen düzelmeyen bacağımla telafi niyetine 18K koşacağım. Otelden çıkınca ısınmak için bir süre yürüyorum. 300mt ilerlemeden bir kaç köpeği yolun orta yerinde yatıyor görüyorum. Heyecanlanmazsam bir şey yapmazlar. Nabzımı kontrol ediyorum: 82, köpeklerden biri ayağa kalkıyor, nabzıma bakıyorum: 102. Kafamı kaldırıp köpekle göz göze geliyorum, “hav” diyor, nabzım 120. Benim kalp Mercedes motoru gibi zira 3 saniyede 82den 120ye çıkacak başka araba bilmiyorum. Sonra ki iki gün parkurun bu kısmını arabayla kat edeceğim.

Alaçatı’nın ağaçlıklı yolundan ana caddeye çıkıncaya kadar birkaç kez daha bir grup köpek yolumu kesecek. İlk 20 dakika adrenalin, koşudan değil ama köpeklerden tavan yapıyor. Ertesi gün bu ara yolları atlayıp koşuya direk caddeden başlamaya karar veriyorum.

İş Bankası lokaline yaklaşırken ayaklanan köpekler tadımı kaçırıyor. Az önümde yürüyen insanların arkasından seyretmeye karar veriyorum ama köpeklerin hizasına gelmeden önce onları geçmiş olacağım. Başka bir köpeğe havladıklarını umut ediyorum ama sonuçta hayvan bunlar. Köpeklerle aramızda 5m kala, hemen önümde yürüyen ve giderek yaklaştığım başka bir insanın korkudan olacak köpeklerle muhabbete başladığını duyuyorum. O sohbet ederken ayakta dikilmiş bize bakan 4 köpeğin arasından usulca geçiyorum.

Migrosun önünde uyuz bir köpek neşe içinde bana katılıyor. Daha önce Datça’da da iki sokak köpeği ile koşmuştum. Diğer köpeklerden beni uzak tutacağını düşünerek durumdan hoşnut kalıyorum. Dalyan yokuşunu birlikte çıkıyoruz, benim tempom düşünce önüme geçiyor, arkasına dönüp bakıyor, “hav” diyor, ben hızlanıyorum, o önden devam ediyor, çok iyi anlaşıyoruz. Yokuş bitip de beyaz evlere doğru dönünce önümüzde 3-4 köpek yolu kesip havlamaya başlıyor. Korkmuyorum, bana değil yanımda kine havlıyorlar. Onlar kavga ederken ben aradan geçerim diye düşünüp vahşi hayvanlara doğru hızımı kesmeden ilerliyorum. Benimkinin temposu iyice düştü, suratıma bakıyor yalvarır gibi, ne beni bırakabiliyor, ne devam etmeye cesaret edebiliyor. Bu kadar sadık bir hayvanı kanlı bir vahşetin ortasına sokmaya kıyamıyorum, "hadi diyorum geri dönüyoruz". Dalyan yokuşunu geri inerken gerilip gerilip üzerime atlıyor mutluluktan. Diğer köpekleri görünce bunda da adrenalin tavan yapmış olmalıJ

Migrosun önünde başka bir uyuz köpek miskin miskin bize doğru yürüyünce bu kendini refüje atıveriyor. Anlıyorum ki Çeşme'nin en pısırık köpeği takıldı peşime. Gelirken rastladığım 4 köpekle hiç başa çıkamayacağını düşünerek karşı kaldırıma geçiyorum. Ama boş yolda karşı kaldırımda olmamız diğer ekip için yıldırıcı olmuyor. Benimkini görünce ayaklanıp havlamaya başlamakla kalmıyor yanımıza kadar gelip etrafımızı sarıyorlar. Benim ki bacaklarımın arasında, kuyruğu sıkıştırmış poposunu iyice kaldırıma yaklaştırmış, başını omuzları arasına gömüş tuhaf bir pozisyonda bir bana bir havlayan köpeklere bakıyor. Ya ben zaten köpekten korkuyorum heder olacağım aradaL Bende ki salakça sorumluluk duygusu uyuz köpeği tek başına bırakmama engel oluyor. Koşmayı da bırakamadan bir köpeklere doğru koşuyorum gitsinler diye bir benim kine doğru koşuyorum, ben köpekleri oyalarken uzaklaşsın diye. İstediğim tablo oluşmuyor. Benim ki benim dibimden ayrılamıyor korkudan, ben hem köpeklerin üzerine yürüyüp hem de aksi yönde koşamıyorum. Birkaç dakika uğraştıktan sonra özel alandan çıkmış olmalıyız ki havlamalar kesilmese de takip etmiyorlar, artık aramızda güvenli bir mesafe var. Ancak bu bağrış çağrış diğer köpekleri de alarma geçiriyor. 50 mt gitmeden benim ki aniden durup ayaklarıma dolanıyor. Ona n’apıyorsun diye söylenirken bize doğru gelen iki saldırgan köpek daha görüyorum. Biri nispeten ufak tefek ama diğer kocaman dik kulaklı ve boynunda dikenli tasma var. “Bu beni de aşar güzelim, başının çaresine bak” demek için dönecek oluyorum ama o çoktan karşı kaldırıma geçmiş bile.

Bir süre rahat yolumuza devam ettikten sonra seranın önünde bir adam “sizin yerinizde olsaydım karşıdan koşardım” diyor. “Evet, bence de ama orda köpekler saldırdığı için bu kaldırıma geçtik” diyorum, adam “siz bilirsiniz” derken dibimizde havlama seslerini duyuyorum. Karşı kaldırıma aynı anda nasıl uçtuğumuzu hatırlamıyorum. 9.km de peşime takılan köpek 18.km de alaçatı gişelerine çıkan son yokuşun hemen altında beni bırakıyor. Ben verdiğim bu mücadeleden sonra köpeklerden bir korkum kalmadığını sanarak son 5 km yi tek başıma koşuyorum.

Öğlen babama başımdan geçenleri anlatırken kısaca “bıraksaydın iti” diyor. E, hayvanlar için deli olan, Çeşme'de ki eve kedi getirip de annemin "ya ben ya kedi" tehdidi karşısında tercihini kediden yana kullanıp kediyle beraber evden kovulan bu adam değil miydi? Hımm, gerçi kediyi teknenin yanında balık tutmaya gelmiş çocuklu bir aileye teslim edrek iki gün sonra eve yine kesin dönüş yapan da bu adam! HIh, bu sorumluluk duygusu ya da koruma içgüdüsü belli ki bana babamdan geçmemiş.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Bozcaada Yarı Maratonu

Daily Mile’a antrenman giriyorum. Çağın’ın yaptığı yoruma Runtalya yarı maraton derecemi Bozcaada’da iyileştireceğim cevabını yazıyorum. Çağın her zaman ki moral bozucu dürüstlüğüyle “yapamazsın” diyor, “Bozcaada çok yokuş”. Pek inanmıyorum ama yarışa 1 ay kala koşu bandında %4 eğimde 800m lik intervallerle yokuş antrenmanlarına başlıyorum.

Yarıştan bir gün önce, Cuma günü saat 9.30da Geyiklide 14.00 feribotunu yakalayacak şekilde Bozcaada için yola çıkıyoruz. Bizim hesapları grubun bitmek tükenmek bilmez yeme alışkanlıkları mı bozdu bilinmez ancak saat 13.55de feribot iskelesinde olabiliyoruz. Araçlarla feribota binme şansımız yok, araçlı ya da araçsız yine de feribotu kaçırıyoruz. 17.00de ki feribotu beklerken deniz kenarında ki kafede saçma sapan yemekler yiyip, feribotu kaçırışımızı kumsalda biralarla kutluyoruz. Bozcaada yarı maratonu benim alkolle en çok içli dışlı olduğum yarış olacak. Zira son iki haftadır içmeye hiç ara vermedim.

8,5 saatin sonunda Bozcaada’ya varabiliyoruz. Kayıt alanından numaraları alır almaz karnımız tekrar acıkıyor. Ya da sadece benim ki acıkıyor. Ben elimde tuzlu leblebi paketi ile dolanırken, Noyanlar Bozcaada’nın meşhur(!)şaraplarından 3 şişe ve bolca peynir alarak adanın diğer ucunda gün batımını seyretmek üzere taksiye doluşuyorlar. Didem adaya daha önce gelmiş, konuya oldukça hâkim. Yanımızda onun aldığı otlu ekmek, pide ve 3 çeşit meze ile başka bir taksiye binerek bizimkilerin yanına gidiyoruz. Gözüme çok az görünen mezeyi 15 kişiyle paylaşmaktansa 4 kişi takside bitirme önerim Çağın tarafından ret ediliyor ama yolda mezelerin suyuna daldırarak yediğimiz ekmekler bizi nerdeyse doyuruyor.

Taksi şoförü bize o anda kat ettiğimiz yolun ertesi gün koşacağımız parkurun bir kısmı olduğunu söylerken bizim aklımız o an yediklerimizde olmalı ki pek ilgilenmiyoruz. İlgilenmiş olsaydık parkurun ne kadar yokuşlu olduğunu da fark edecektik. Zira o gün bisikletle ya da taksi tutarak yarış güzergâhını gezen birçok kişi 21k koşmaktan vazgeçiyor. Ne yazık ki o akşam yemekten sonra oturduğumuz kafede “daha önce yarı maraton koştum ama burada koşamazmışım” diyen grubun söyledikleri de bize bir anlam ifade etmiyor.

Ertesi gün 800e yakın koşucu start alanındayız. 13.km de çok dik bir yokuş olduğunu onun dışında fazla bir zorluğu olmadığını söylüyorlar. Yokuşta tükenmemek için hiç acele etmiyorum, ortalama 5.25 pace ile ilk 3k yı koşuyorum. Yarışı da zaten Runtalya da olduğu gibi 5.30 ile bitirmek niyetindeyim. Karşımıza çıkan %4-5 eğimli kısa rampalarda düşen tempo ile beraber ortalamam da düşünce Runtalya hedefimi iyileştirme düşüncem yerini bu yokuşlarda kendimi tüketmeden ve hiç yürümeden yarışı bitirmeye bırakıyor. En son pansiyonun önünde revize ettiğim dereceme sadık kalmaya karar veriyorum: 2.05

Akşam yemekte Fatih negatif sprint yapmamı tavsiye ederken ben yapamam diyorum. “Hangi tempoda başlarsam başlıyım son 4-5 km kala mutlaka yavaşlıyorum, o yüzden tempomu başlarda çok düşük tutmamalıyım” Evren’e benle birlikte koşmasını salık veriyor, onun da hedefi benimkine yakın. Ama Evren kendi tekniği olduğunu söyleyerek itiraz ediyor. İlk kilometreleri Evren yaklaşık 5.10 pace ile koşuyor. Eğer negatif sprint düşünüyorsa bunun onun için çok hızlı bir tempo olduğunu düşünüyorum. 3km bitiminde Evren'i geçiyorum, bir daha  karşılaşmıyoruz ama sonuçlar açıklandığında ikinci yarı maratonunu koşan biri için bu yokuşlarda müthiş bir performans göstermiş olduğunu göreceğim.

10K koşacak olanların dönüş noktasında köşeyi dönen herkes okkalı bir küfür savuruyor. 13.km de karşımıza çıkmasını beklediğimiz %7 eğimde ki yokuş 5.km nin bitiminde karşımızda görünüyor. Su istasyonu da yokuşun başında. Nefesim düzene girdiğinde içeceğim diyerek alıyorum, yokuş bitmek bilmeyince sudan iki yudum alıp atıyorum. Çok seyrek karşımıza çıkan su istasyonlarının bir diğerinde de masada duran iki suyu önümde ki iki koşucu alıyor. Ben de durmamak için susuz devam ediyorum yoluma.

Eğimleri %7-10 arasında değişen yokuşların ardı arkası kesilmiyor. Yokuşlar çok sık ancak inişler, çıkarken kaybettiğimiz zamanı telafi ett.rmeyecek kadar dik. 11km nin sonunda iki gündür sıkça bahsi geçen son yokuş varyant şeklinde önümüzde beliriyor. Birçok kişi buradan sonra parkurun rahat olacağını düşünüyor ama 14.km den sonra 2km boyunca devam eden  %3 eğimli rampa canımıza okuyor. Bir sonra ki yokuşla ne zaman karşılaşacağız beklentisi ile tempolar iyice düşüyor. Bu bol yokuşlu yarı maratonda yavaş tempoda o kadar rahat koşuyorum ki ilk kez koşu hayatımı sona erdirme kararı almıyorum. Hatta bunun kasım ayında Atina’da katılacağım maraton hazırlık antrenmanı olduğunu düşünerek seviniyorum.

Yarışın cumartesi olması ve ertesi günün bize kalması hepimize rahatça içme şansı tanıyor. Rakı sofrasını Bozcaada’nın gündüz emlakçı olan yegâne barında tekila ve biralar izliyor. Ertesi gün, o geceyi hatırlamak için birbirimizin anlattıklarına ihtiyacımız olacak.