Ege Pedalla buluşmak üzere sabah 9.30da çıkıyorum dışarı. Apartmanın önünde daha önce görmediğim biri bisikletini hazırlıyor. Kendi bisikletimi onunkinin yanına koyup kask ve eldivenlerimi giymeye başlıyorum. 20cm mesafe ile bisikletlerin tepesinde hazırlanan iki insanın diğeri yokmuş gibi davranması tuhaf geliyor, kendimi zorlayarak konuşmayı başlatıyorum. Hafta sonları tek başına çıkıp Kaklıç’a gidiyormuş. Bizle gelebileceğini söylüyorum. Ortalama hızımızı, süremizi ve mesafemizi öğrendikten sonra bize katılmaya karar veriyor. Adı Ozan.
Koçtaş’ın önünde bizimkilerle buluştuktan sonra ben bizimkilerle sohbete dalıyorum, Ozanla ilgilenemiyorum. Ara yollardan Çanakkale yoluna çıktığımızda Ozanı önlerde görüyorum, rahatlıyourm demek sorun yok. Bir ara arkadan biri Günay abiye yavaşlaması için sesleniyor, birileri arkada kalmış. Kim olduğunu anlamıyoruz. Ulukent’te kahvaltı için durduğumuz kahvede Ozan’ı göremiyorum. En öne geçtiğini ve duracağımızı bilmediği için kahveyi geçtiğini düşünüyorum. Grupta bir gerginlik var. Tolga “niye basıyorlar bunlar abi” diye söyleniyor. Eyvahhh, korktuğum başıma mı geldi? Bunlar Ozan’a mı kızıyorlar? Basıp giden ozan mı? Ben kahvaltı edecek bir şeyler bulmaya çalışırken gerginlik büyümüş. Masaya döndüğümde Mehmet beyi fırçalarken buluyorum. Ozan fırçalanıyor sanıyorum, ayıptır diye düşünüyor, onun adına üzülüyorum. 40 yaşlarında adam, bir şirketin genel müdürü, ilk kez katıldığı bir grupta çocuk gibi fırça yemek de nesi? Yine mi fırça deyip sırıta sırıta Celal’in yanına oturuyorum, bunun önemsenecek bir şey olmadığını anlar umudu ile. Celal bana nasıl bastığını anlatıyor. O zaman bu fırça senin için diyorum. “Yok” diyor “Anıl benden 50m öndeydi” Kimsenin üzerine alınmadığı bu pişkinliğe bayılıyorumJ Mehmet Bey beni duymuş olmalı “Nur Hanım biz az mı fırça yedik, atıcam tabi fırçamı” diyor. “Aaa Mehmet Bey haklısınız, yıllardır öfkemizi içimizde büyüttük biz. Arkada kaldıysanız önde gidene, önde gidiyorsanız en arkadakine fırça atacaksınız ki başkası fırsat bulup size saldırmasın” Zira, Ege Pedalla ilgili en büyük sıkıntı kocaman insanların, çocuklarının bile önünde azar işitmesinden kaynaklanır.
Gerginliğin Ozanla ilgisi olmadığına seviniyorken geride kalanın o olduğunu öğreniyorum. Grup onun yüzünden basamıyormuş. O da farkında olmalı ki bizimle fazla kalmıyor, 23.km de bir arkadaşı onu arabayla alıyor.
Bisikletle geçerken bizim yarıştığımızı düşünüyor çoğu kişi. Motive etmeye çalışanlar, destek olanlar ya da sadece selam verenler çok oluyor. Ana yoldan devam ederken önümde Gülsün Hanım var. Seçim otobüsünün üzerinde ki parti lideri gibi alkışlayan, el sallayan, korna çalan halkı eliyle koluyla selamlayarak ilerliyor. Karşı şeritte, kornasıyla bize eşlik eden kamyon şoförünü selamladığı kolu aşağıya henüz inmişken yan tarafta ki inşaattan ıslık, alkış ve bağrışlardan oluşan bir tezahürat yükseliyor. Kaç kişiler bilmiyorum ama çıkan ses Ali Sami Yen’i aratmıyor. Karşı kaldırımda el sallayan bit kadar çocuğu bile ayrımsayan Gülsün Hanım bu sefer duymuyor, görmüyor, minicik kalıyor. Arkasından bağırıyorum “Gülsün Hanımmmm, selamlasanıza halkı”.
Helvacı köyünün girişinde çeşme görünce bisikletleri yol kenarına bırakıp 10 dakika su doldurma molası veriyoruz. Yol çok işlek olmadığı halde bir araba korna çalıyor, niye ki diye bakıyorum. Bütün bisikletler yolun kenarında iki sıra dizili iken biri orta çizgide. “Sedona kiminse alsın bisikletini oradan, arabalar geçemiyor” diye sesleniyorum. Kimse sahip çıkmayınca Tolga alıyor bisikleti yolun orta yerinden, “kafa var bunlarda ama beyin yok içinde” diye söyleniyor bir yandan. Bu aymazlıkta bir tek kişi tanıyorum: Figen.
Yemekleri yedikten sonra karpuz alıp piknik yerinde yemeye karar veriyoruz. Işıklarda birkaç dakika bekliyoruz, bize yeşil yanınca herkes karşıya geçmek için hamle yapıyor. “hop hooopp” diyorlar arkadan, “karşıya değil, sağa döneceksiniz”. O zaman neden ışık bekledik bunca zaman? Bu daha başlangıç, sıcaktan olsa gerek biraz hasarlıyız grupça. Yolu bilenlerin tarifi ile ilerliyoruz ama kesin talimat veren yok. Yol üzerinde karşımıza çıkan insanlardan ne çeşmeyi ne de piknik alanını bilen var. Tozlu, kumlu, çakıllı, dikenli, çalılı yollarda rampa aşağı rampa yukarı yarım saatten fazladır gidip geliyoruz. Bir yol ayrımında sola dönmeye karar veriyor bilenler. Bir ev görüyoruz, bahçesinde kocaman yeşil koltuklar, yakınında da bir çeşme var. “oturalım burada” diyorum. “koltuksa koltuk, çeşmeyse çeşme, gölgeyse gölge, hepsi var”. Biz ne arandığını bilmeyenler razıyız herhangi bir gölgeye ama aradığımız piknik alanına daha önce gitmiş olanlar mutlaka bulalım orayı diyorlar. Geldiğimiz yolu geri dönüyoruz bu sefer sağ yola sapmak üzere. Celal önden gidiyor “sağa dönecektik” diyor. “E madem sağa dönecektik neden sola döndük” diyorum, "emin değildik" diyor. Şimdi emin miyiz? Zekâ ışıltıları saçarak diğer yolu deniyoruz, 100m ilerleyince yol 3e ayrılıyor. Biz, oradan mı buradan mı diye düşünürken Günay abi gidilecek yolu gösteriyor. Her yolun başında olduğu gibi “Emin miyiz?” diye soruyorum. “tabi tabi“ diyor Günay abi “Bende saat var, gösteriyor” “???” Ağlamak istiyorum.
1.5km uzaklıkta ki piknik alanını 42 derece sıcakta 8km yol yaparak buluyoruz. Sıcaklık 35e düşüyor, serin serin esiyor, ayakkabılarını çıkaranlar ayaklarını buz gibi suya daldırıyor, tüm acılara değiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder