24 Eylül 2012 Pazartesi

Masterlar Balkan Atletizm Şampiyonası - Yarı Maraton

Kasım ayında ki Avrasya maratonuna hazırlık aşamasında 10k yarışından 2 hafta sonra yine İzmir'de düzenlenen Balkanlar Atletizm Şampiyonasında yarı maratona katılıyorum. Atadan anaya saygı koşuları dışında İzmir’de her hangi bir yarışa katılmışlığım yoktu. Bundan 2-3 hafta önce hem maratonda ki derecem hakkında fikir sahibi olmak hem de her zaman atladığım ya da olması gerekenden yavaş koştuğum tempo antrenmanları yerine geçer umudu ile bu yarışlara katılmaya karar veriyorum.

Organizasyon İzmir Masterlar Atletizm Kulübü ait. Belediyenin düzenlediği yarışlardan farklı olarak bu yarışa katılım ücretli. Tek yarış için 35tl ödüyoruz. Hem para ödediğimiz, hem de yarış profesyonel bir ekip tarafından organize edildiği için beklentiler de yüksek tabi ki. Cuma günü yarış sırasında giyme zorunluluğu olan kıyafetleri alıyorum. Kırmızı kolsuz bir t-shirtle beyaz tayt! Hale hazırda yeterince seksi görünen, terlediğimizde tam transparant olacak bu pamuklu taytla yarış sırasında unutulmaz anılara sahip olacağımız muhakkak.

Belediye organizasyonlarında yarışlara ortalama 300 kişi katılıyor. Bunun uluslar arası bir organizasyon olduğunu düşünerek 600kişilik bir katılım bekliyorum, terden sırılsıklam olmuş beyaz taytlarıyla koşan 300 kadın imgesi, beni desteklemeye gelmek yerine tenis oynamayı tercih eden Luc'un fikrini değiştirir mi diye bir deneme bile yapıyorum. Değiştirmiyor! L

Bir gün önce Cemil’le “Alsancakta buluşup beraber mi gitsek, arabayı nereye park etsek” diye konuşurken Cemil taytı giyme zorunluluğu olmadığı, arabayı konak iskelesi karşısındaki otoparka bırakacağı gibi önemli bilgileri bana verse de Turkcell in berbat bağlantısı yüzünde ben hiç birini anlamıyorum. Akşam, organizasyonda görevli Aycan’a çantaları bırakabileceğimiz bir yer olup olmadığını sorunca kişisel eşyalar için ne otobüs ne de güvenli bir yer olacağını söylüyor. Artık koşudan daha öncelikli sorunlarım var. Onca insan ne yapacak bilmiyorum ama ben yanıma çalındığında üzülmeyeceğim en zorunlu birkaç eşyamı almaya karar veriyorum: yarış öncesi yemek için muz, yarıştan sonra eve dönebilmek için kent kart ve yine organizasyonun verdiği pamuklu t-shirt! Parasız, telefonsuz ve ev anahtarsız 11.30da bostanlı vapur iskelesinde buluşmak üzere Luc'la plan yapıyoruz.

Hani “türkün aklı ya kaçarken ya mıçarken gelir” derler ya, benim de aklım sabah tuvalette otururken geliyor: bu masterlar şampiyonası. Yani katılımcıların hepsi 30 yaşın üzerinde olacak. En büyük katılımcı sayısının 20–30 yaş grubunda olduğunu düşünerek bu yarışta 75 kişi civarı bir katılım olacağını hesaplıyorum. Öyle yüzlerce amatör insan değil! Sabah beni iskeleye bırakan Luc'a, bunun sonuncu olacağım ilk yarış olacağını söylüyorum. “Gergin olma, bu senin kendinle yarışın, hedefin var” diye teselli ediyor beni ama nafile! Gözümün önünde en son gelenin en az 10 dakika ardından pıtıdık pıtıdık finiş çizgisine koşan bir Nur var…

Yarış alanına varır varmaz beyaz taytla gelen tek kişinin ben olduğumu, hepi topu bir avuç insan olduğumuzu ve benden başka herkesin profesyonel göründüğünü dehşetle fark ediyorum! İmdadıma kendi kırmızı derin yırtmaçlı şortunu bana veren Cemil yetişiyor. İkinci darbe start çizgisinde beklerken 12 kadın yarışçı olduğunu söyleyen organizasyon görevlisinden geliyor. Açık ara fakla sonuncuyum! Katılmayabilirim ama anahtarsız, parasız ve telefonsuz nereye gidebilirim ki? Bir insan 10 dakikada kaç kere fikir değiştirebilir?  

Yarış Konak-İnciraltı arasında insanların yürüyüş yapıp, bisiklete binip, balık tuttuğu yolda yapılacak. Önümdekiler ilk 1 dakika içinde alıp başını gittiğinde o yolda 2 saat boyunca tek başıma koşuyor olacağımL Umarım o balık tutanlardan birinin oltasının iğnesi beni yakalar. Yalandan kavga eder, sonrada çok vakit kaybettim bahanesiyle yarışı bırakırım diye plan yapıyorum.

Yarış hedefim daha önceki yarı maratonumun 4 dakika altında bitirebilmek: 1 saat 52 dakika. Bunun için ilk yarıyı @5.25 de tamamlayıp dönüşte @5.15lerde koşmam gerekiyor. Start verildiği anda en sondayım. İlk birkaç km yi @5.30da geçerim diye düşünürken, en önde toz bulutu içinde koşan insanları hesaba katmasam da, en yavaş koşanın bile yarışa @5.10 pace ile başladığını görüyorum. İki seçeneğim var: Kendi tempomu koruyabilir ve 2 saat boyunca bana en yakın koşucunun en az 3km gerisinde tek başıma koşabilirim ya da onların hızına ayak uydurup 10kmde kesilebilir ve yarıştan çekilebilirim. İlk km bitmeden negatif splitten vazgeçip ortalama pace im olan @5.20 yi yarışın başından sonuna kadar korumak konusunda kendimle uzlaşıyorum.

Çeşme kıyılarında suyun içinde şişme yatağının üzerine güneşlenen birinin bundan aldığı cesaretle surf board da Türkiye’yi temsil etmeye kalkması gibi bir şey bu. Allahım ne işim var benim balkan şampiyonasında? Halk koşucusuyum ben! Kim ikna etti beni bu yarışa katılmaya? Hangi akla hizmet bunun sıradan insanların katıldığı her zaman ki yarışlardan biri olduğunu düşündüm?

Yarışa başlayalı 10 dakika olmadan birini geçiyorum, bu genel sıralamada sonuncu olmayacağım demek. 10m önümde @5.18 lerde koşan bir veteranı kendime tavşan yapıyorum. Parkurun 7.km sinde tavşan yavaşlıyor, garmin ortalama pace i @5.25 gösteriyor. Geçmem lazım çünkü yarışa hızlı başlayarak sonlara doğru negatif split yapma şansımı kaybettim. Yorgunluk belirtileri de başlamışken tek başıma kalmak pace imi ister istemez düşürecek. Onun hemen önünde ki kişiden 200mt uzaktayız. İlk yarıya kadar kendimi zorlamak istemiyorum. ilk yarının sonuna kadar her kmde kaybettiğim 5er saniye bana toplam 20 saniye kaybettirecek. Toplam yarış süresince km başına 1sn demek. Yalnız koşup çok daha kötü bir derece yapmaktansa yarışı @5.21 ortalama ile bitirmeyi göze alıyorum. Hızlı başlayanlar ilk yarının sonlarına doğru yorulmuş olacak ki yavaş yavaş birilerini geçmeye başlıyorum. 10. kmde kendi yaş grubumdan iki kişiyi geri dönerken görüyorum.

10.5kmde geri dönerken kendi yaş grubumdan üçüncü kişi hemen önümde. Bundan sonraki 10.5km yi ensesinde koşuyorum. Yorulmuş olduğunu fark etmeme rağmen geçmek için uğraşmıyorum, zira iki hafta önce ki 10k yarışını benden 2 dakika önce bitirip 2. olmuştu. Son 5kmde sprinte kalkacaksa boş yere enerjimi harcamama gerek yok. Son 4 km kala Ayfer'e bir arkadaşı bisikletle eşlik ediyor. Onun sayesinde Ayfer'in, Ayfer sayesinde de benim son 4km ortalama pace im @5.04 lere kadar düşüyor. Yarışı onun birkaç saniye ardından 1saat 49dakikada bitiriyorum. Öncekine göre 7 dakika iyileştirdiğim derecemle kendi yaş grubumda sonuncu oluyorum. Göstermiş olduğum gelişmeden dolayı kendimi kucaklıyor, yanaklarımdan öpüyorum.

9 Eylül 2012 Pazar

9 Eylül Yol Koşusu-10K

British 10k London Run’dan tam 2 ay sonra İzmir’in kurtuluşunun yıl dönümü sebebiyle Büyükşehir Belediyesinin organize ettiği 10K yol yarışına katılıyorum. Bu yarış için özel olarak hazırlanmadım ama 4 haftadır devam eden maraton hazırlığı sırasında yaptığım intervallerin beni geliştirip geliştirmediğini görmek için iyi bir fırsat olacağını umuyorum.

Belediyenin sporculara tahsis ettiği otobüsler ile inciraltında ki start alanına ulaşıyoruz. Şimdilik yaklaşık 150 kişiyiz ve herkes belli etmeden ya da belli etmekten hiç çekinmeden birbirini süzüyor. Kıyafetine, ayakkabılarına, yaşına, kilosuna bakarak ciddi bir rakip olup olmadığı tartılıyor. Bu kısmı çok eğlenceli, ben de yapıyorum. Cemil, kaldırım kenarında oturan gençleri süzdüğümü fark edince “onlara bakma bile” diyor, “elit onlar”… Bu çok iyi çünkü sinir bozacak kadar enerjik ve fit görünüyorlar.

Yarışa yarım saat kala Fatih, Cemil, Davut Bey ve tanımadığım birkaç kişi ile beraber ısınma turlarına başlıyoruz. Yarış formalarının dağıtıldığı aracın yanından geçerken yapılan anons biz güldürüyor: “bazı arkadaşların dağıtılan t-shirtlerden yanlışlıkla fazla aldığı görülmüştür. Lütfen onları geri iade edin” @6.30larla giderken ne kadar yorgun olduğumu düşünüyorum. Duyuru amacına ulaşmamış olacak ki ikinci turumuzda anons megafonla yapılıyor: “arkadaşlar, fazla aldığınız o t-shirtleri lütfen iade edin, yeni gelen arkadaşlara t-shirt kalmadı!” Ayaklarım yeri sürüyor, bundan daha hızlı koşabileceğimden emin değilim. Biraz ara verdikten sonra Fatih “gel nabız çalışalım” diyor. Nasıl yani? Arttırma mı yapacağız? yapabilir miyim? Isınırken bile zorlandım benL Başlarken anons yine duyuluyor ama bu sefer kızgınlığın da etkisiyle yer gök inliyor: “bakın 400 tane tshirt geldi, 260 kayıt var. Çabuk iade edin aldığınız o t-shirtleri!”

@5.20 ile 1000m kadar gidip nefes nefese geri dönerken, yarış ya da ısınma, yapabileceğim maximum hıza ulaştığımı düşünüyorum. Hedefim ortalama @5.05, hatta yapabilirsem 50 dakikanın altı. Tabi bu ısınma turlarından sonra yeniden hesap yapmaya başlıyorum. 25 dakika ısınmama rağmen belli ki planladığım gibi ilk km yi 5’30’’de geçemeyeceğim.

Start çizgisinde “elitler öne yaş grupları arkaya geçsin” diye anons yapılıyor. Ben her zaman ki gibi söz dinleyen tek kişiyim. Nasıl olsa ilk km yi 6 dakikanın altında geçemeyeceğimi düşünerek en arkada kalıyorum.

Runtalya’nın maraton parkuru ilk yarı yokuş aşağı, dönüş yokuş yukarıydı. Bunu hesaplayamadığım ve ilk yarıda @5.40 ortalamanın altına düşmemeyi hedeflediğim için yokuşları avantaj olarak kullanamamıştım. Bu yarışa fark etmeden çok hızlı başlıyorum ama önümüzde görünen yolun rampa aşağı olduğunu görerek, runtalyada ki hatayı tekrarlamamak için, kendimi zorlamayacak şekilde tempomu korumaya karar veriyorum. Parkur boyunca, çok hafif olmakla birlikte birkaç rampa var. Çıkışlarda kaybedeceğim zamanı inişlerde telafi etmeliyim. Belki de yarış parkurunun başında ki inişi hız yapmak için değil yarışa rahat bir nabızla başlamak için kullanmalıydım. Bunu 10km boyunca düşüneceğim.

Hemen önümde 10km yi sonuna kadar beraber koşacağım benim yaş grubumda olduklarını tahmin ettiğim iki kişi var. Öyle tahmin ediyorum çünkü 3.kmlerde biri göz ucuyla göğüs numarama bakıyor. Yaş grupları göğüs numaraları üzerinde işlenmiş durumda. Benimle konuşmaya başlıyor biri. Ne kadar rahat konuştuğunu farketmek sinir bozucu. Amaç da bu zaten; diğerinin performansını değerlendirmek. Bu durum bana belli bir alana sahip olduklarını kanıtlamak için kavga etmeden önce bağıran vahşi hayvanları hatırlatıyor. Sesi daha gür çıkan gücünü ispat ediyor, diğeri güçlü olanın hakkını teslim ediyor ve gereksiz yere ortalığı kana bulamadan bölgeyi terkediyor. Günlük antrenman tempomun çok üzerinde koşarken, ne yazık ki ben o kadar rahat değilim. Sohbet etmekle tempomu korumak arasında bir seçim yapmalıyım. Susuyorum, yani hakkını teslim ediyorum...

İki ay önce hayatımda ilk kez negatif sprint yaptım ya, bir Usain Bolt havası geliyor üzerime, son bir umut, finishe 2 km kala hızlanıp geçerim diye düşünüyorum kimlerle aşık attığımı bilmeden...

Londra’da 10K koşarken, yarışa çok yavaş başlamış olmamın da avantajı ile, son iki km yi 9 dakikanın çok az üzerinde geçmiştim. Bu sefer hızlı başladım. Yorgunum, planladığım gibi son km lerde @4.50leri göremiyorum. Ortalama @5.07lerle giderken son 2 km kala ancak @4.57lere çıkıyor hızım. Ne var ki tavşanlarım da hızlanıyor, hem de arkada gözleri varmış gibi giderek artan bir tempoyla! Yarışı onların arkasından, tam da hedeflediğim pace ile (@5.05), beşinci bitiriyorum. British 10k London Run a göre 2 dakika iyileştirdiğim derecem ile kürsüye çıkamıyorum ama ilk 5 kişiye verilen para ödülümle alacağım yeni koşu ayakkabılarımın hayalini kuruyorum J

5 Eylül 2012 Çarşamba

Şu Günlerde Bitki Olmak İstiyorum…

Kıvrılıp yatmak, gözlerimi yummak, duymamak, düşünmemek ve mümkünse hissetmemek istiyorum.

Uzun zamandır kimseden ses çıkmadığını fark edince korkarak telefon ediyorum Alina’ya. Birkaç saniyeden uzun sürmeyecek bir umut kaplıyor içimi sesini duyunca ama düşündüğümün aksine “haberler iyi değil” diye başlıyor Alina. “1 haftadır hastanedeyiz, öğrendiğim günler çok kötü hissettim, çok ağladım ama şimdi daha iyiyim” uzun uzun anlatıyor. Abim telefon edip ya da mail atıp durum hakkında bilgi verdiğinde metanetli kalmanın ne kadar zor olduğunu düşünürdüm. Daha da zoru kişinin kendisinden dinlemekmiş. O anlatıyor, ben parçalanıyorum, gözlerim doluyor, hıçkırığım boğazıma hapsoluyor, sessiz sessiz ağlıyorum.

Herkesin sorunlarla farklı bir baş etme yöntemi var. Bu süreçte ben sessiz kalmayı tercih ediyorum. Öyle görünüyor ki abimlerin de yöntemi bu… Ne var ki onları her ziyaret ettiğimde paylaşmadıkları acının, içlerinde nasıl kontrol edilemez bir öfkeye dönüştüğünü görebiliyorum. 6 ay önce akşam yemeğinde Chris ve Matthew a evde neyin farklı olmasını isterdiniz diye soruyoruz. Chris, “annemin bize bu kadar bağırmamasını isterdim” diyor. “iyi hissediyorum, her şeyin yoluna gireceğine inanıyorum, çok rahatım” dediği dönemde bu cevap Alina’nın ağzını açık bırakıyor. “Bağırıyor muyum?” ikisi birden başını sallıyor “eskisinden daha çok”…

Ben de susuyorum, paylaşmaya çekiniyorum. Tıpkı onlar gibi 9 aydır ben de öfkemi içimde büyütüyorum. Olmadık şeylere kızıyorum ama niye kızdığımı ben de anlamıyorum. Paylaşırsam acım azalır mı? Korkumu dillendirsem, dillendirdiğim şey gerçek olur mu? İçimdeki acıyı yok sayarken kırıp döktüklerimin telafisi var mı?

Alina, ağabeymin 15 yıl önce benim hayatıma soktuğu en büyük değer, arkadaş, dost… Konuyu değiştirmek isteyince beni soruyor. “sen neler yapıyorsun? Nerdesin?” Ben nerdeyim? Spor salonunda! 1 haftadır hastanede kanserin iç organlarında yayılışını izleyen birine, şu anda havuzun kenarında oturuyorum diyebilir miyim? Suçluluk duygum yaş olup gözlerimden akıyor. Giderek alçalan bir sesle “spor salonundayım” diyorum. Bu ses daha alçak çıkabilir miydi? Alina anlamayınca tekrar ediyorum, cümlemin sonunda ki “gym” inilti şeklinde çıkıyor bu sefer. Artık sesim de ağlıyor. Bunu fark ettirmektense konuyu tamamen değiştirmek daha akıllıca geliyor. Hafta sonu 10Kyarışım olduğunu, havalar sıcak olduğu için dışarıda koşmak yerine her gün salona gelip antrenman yaptığımı anlatıyorum. Sanki bu bahane o an spor salonunda olmamın yükünü hafifletecekmiş gibi…

O gün telefonda 1 saate yakın zaman geçiyor. Alina anlatıyor, ben dinliyorum. Midem ağrıyor, içim parçalanıyor, uyuşmak istiyorum. Kıvrılıp yatmak, gözlerimi yummak, duymamak, düşünmemek istiyorum. Mutlu olduğumu fark etmeden aksın zaman razıyım, yeter ki bu acıyı hissetmiyim istiyorum…

2012 Avrasya Maratonuna Hazırlık


İlk maratonumun yoğun antrenmanları ve hemen ardından yaptığım yokuş çalışmalarıyla gelen ağrılar ve elbette hiç hayatımdan eksik olmayan düşmelerimin sonucu bilek burkmam beni kelimenin tam anlamıyla bitirdi, koşudan soğuttu.

8 Temmuz 2012de British 10k London Run yarışına katılacak olmama rağmen ciddi bir hazırlık süreci geçirmiyorum. 40.000 kişinin neredeyse kol kola koştuğu bu yarışı, hoplayıp zıplayan tavuk civciv, balerin ve gelin kostümlü koşucuların arasında, ite kaka ve kakıla 52 dakikada tamamlıyorum. Bu hedefimin çok üzerinde ne var ki elden gelen budur.

Türkiye’ye döndüğümde bir kısmını Cemil, Kevin ve kız kardeşi Kerry ile yaptığım 19km lik uzun koşu, maraton koştuktan sonra bile yaşamadığım, günlerce süren şiddetli ağrılara sebep olunca dailymile dan 5 aylık koşu profilime bakıyorum. Haftada 30-40km koştuğumu sanan ben ne yazık ki son 5 aydır 25km nin üzerine bile çıkamamışım. Dahası bu 19km, maratondan 2 hafta sonra Handan’la yaptığımız 20kmlik yokuş antrenmanından sonra koştuğum en uzun koşu! Bütün bunlardan nasıl hiç haberim olmadı? Hedefsizliğin beni bu hale getirdiğini düşünerek, “triatlon mu, yeniden maraton mu, koşuya son mu, bisiklet yarışları mı?” sorularıma nihayet bir son verip kendime yeni bir hedef koyuyorum: yeniden maraton.

Avrasya maratonuna 13 hafta var. Hedefim ortalama @5.35 ile maratonu 3.55’
de bitirmek. Yarışın ilk 5 haftasının programını, kalanına daha sonra devam edeceğinin sözünü vererek Kevin hazırlıyor ama beklenmedik bir şekilde beni yarı yolda bırakıyor. Kalan 8 haftayı buna bakarak kendi başıma yazmak istiyorum ama kendi yazdığım programa sadık kalmayacağımdan, zorlandıkça kafama göre değiştireceğimi bildiğimden yeltenmiyorum bile.

Kevin programı verdiğinde, bu sürelere uyabilirsem programı uygulamaya devam edeceğimi, uyamazsam "demek ki benim maraton 3saat 55dakikada çıkmazmış" deyip yeni bir hedef belirlemem gerektiğini söylüyor. 1000m ve üzeri, olması gerekenden daha hızlı çıkarken, kısa intervaller her zaman olması gerekenden açık ara yavaş çıkıyor. Ancak başka bir sorun var: kısa intervaler, hedeften yine uzak kalsam da, her hafta iyileşirken, uzunlar ve tempolarda olması gerektiği gibi hızlanamayıp her hafta aynı kalıyorum. Bu şimdi ne demek oluyor? Maratonu hedeflediğim sürede bitirebilecek miyim, yoksa vaz geçip yeni bir hedef mi belirlemeliyim?

Koşu hayatımın 2. yılında, bilmem gerekenlerin koşu programları, yarış stratejileri, hazırlık süreci, doğru beslenme, doğru malzeme seçimi, vitamin desteği gibi konulardan ibaret olmadığını, koşu arkadaşlarınızın da en az bunlar kadar hedefinizde etkili olacağını öğreniyorum. O güne kadar yaptığı dereceleriyle profesyonel olmaktan uzak da olsa performansı ortalamanın üzerinde olduğundan kendini çoğunluktan ayrı ve üstün tutan kişiler, program yazmanın bilgi birikimi ve tecrübe kadar spor etiği de gerektirdiğini bilmeden antrenörlüğe soyunurlar.

İşte ben bu etikten yoksun birinin kurbanı olarak maratona 8 hafta kala hedefsiz, programsız kalakalıyorum…

6 Mart 2012 Salı

RUNTALYA MARATON: Gözünüzde Büyütecek Hiç Bir Şey Yok, Altı Üstü 42km!

Bu ilk maratonum, 16 haftada hazırlandım; uzun koşuların ikisini, tempoların çoğunu kaçırdım. Son haftalarda inanılmaz savsakladım, intervallere sadık kaldım ama tempo ve uzun koşularımı olması gerekenden her zaman 15-20sn daha yavaş yaptım...

Yarıştan birkaç hafta önce Sports International'da Mustafa ile ve yarıştan önce ki son Pazar günü Dailymile cıların geleneksel (henüz ikinci!) flamingo koşusunda Alessia ile yaptığım sohbetler sonunda yarış stratejimi belirliyorum. İlk 21km yi ortalama @5.40 la geçeceğim. Bu, geçen yılki yarı maraton ortalama pace ime (@5.29) bakarak ve son bir yılda yaptığım antrenmanlarla daha da gelişmiş olduğumu öngörerek beni ilk 21km çok rahat koşturtacak bir hız. İkinci yarıda ilk 10km @5.40ı mümkün olduğunca korumaya, son 10km de ise @6.00 civarında kalmaya çalışacağım. 32km den sonra beni neyin beklediği hakkında hiç bir fikrim olmadığı için duvar görürsem son 5km lerde hızımın @6.10lara kadar düşebileceğini varsayıyorum. Buna göre yarış öncesi son hedefimi duvarı görmezsem First ün öngördüğü şekilde 4.04.54, duvarı görürsem 4.15.00 olarak belirliyorum.

Bavulda bir sürü t-shirt ve üzerimde sadece polarla yola çıktığım için pişmanım. Zira Antalya’da umduğumuz 17 C güneşli havayı bulamıyoruz. Yaz buraya henüz gelmemiş. Rüzgar ve soğuk gözümü korkutuyor. Yarış gününe kadar ısınır diye umuyoruz ama 3 gün boyunca hissedilir hiç bir değişiklik olmuyor.

Yarış sabahı bavuldan çıkan her şeyi üst üste giyip iniyorum kahvaltıya, yetmiyor. Kahvaltıda minicik tuzsuz bir peynirle biri reçelli diğeri ballı iki dilim kepekli ekmek yiyorum, o da yetmiyorL Açım ama daha fazla yiyip yarışta sürprizle karşılaşmak istemiyorum. Yarışa 30 dakika kala bir powerade içip 3 dakika var anonsuna kadar zıplaya zıplaya geziyorum cam piramidin içinde. Can bana Noyan’ların yerini göstermek için yardım etse de o kalabalığın içinde göremiyorum. Fatih, Ferda ve Cumhure’nin yakınında yerimi alıyorum ama start verildiğinde o noktadan takın altına gelinceye kadar hepsini kaybediyorum kalabalıkta. Bu yarışta yine yalnızım…

İlk 1 km, en büyük cüsseyi dahi içine alacak şekilde hazırlanmış standart bedenli yağmurluğumdan ayrılamıyorum. İlk 2 km pace im @5.41. Başlarda hızlanmamak için insanüstü bir çaba gösteriyorum, “çok iyiyim, çok iyiyim, daha iyisini yapabilirim” diye çığıran iç sesimse kulak asmadan egomu sürekli kontrol altına almaya çalışıyorum. Gereğinden hızlı gidersem 32.km den sonra durmaktan, yürümekten, tükenmekten korkuyorum. Yolum çok uzun, amacım ilk 21km kendimi hiç zorlamadan yarışın tadını çıkarmak, Alessia'nın dediği gibi. Tabi ben ısınma temposunda da koşsam 21km nin sonunda yorgun olacağımı biliyorum, bilemediğim ne kadar yorgun olacağım.

Bazen yoldan, bazen deniz kenarından bazen parkın içinden geçiyoruz. Sürekli değişen panorama beni oyalıyor. 6,5km de biri “8km oldu herhalde” diye tahmin yürütüyor. Nasıl bir psikoloji ise bu, bana bile ait olmayan bir düşüncenin 1,5km gerisindeyiz diye ”nasıl bitecek bu yarış” telaşı kaplıyor içimi. Bununla birlikte panik gelecek, mesafe gözümde büyüyecek korkusuyla bu saçma sapan düşünceyi kafamdan uzaklaştırıp, uzun mesafe yarışlarının %60ının zihinsel olduğunu kendime tekrar hatırlatıp, yarışın tadını çıkarmak üzere kendime adım adım cılardan iki tane pace maker belirliyorum. Ortalama 5.35le koşuyoruz. Yarı maratoncuların dönüş noktasında pace makerlarım aniden ortadan yok oluyor, dahası ben yapayalnız kalıyorum. Önümde bana en yakın insan 100mt ilerde, arkamda ise kimseyi göremiyorum. Yeni tavşan arayışlarım bana vakit kaybettiriyor. Yalnız koşarken yorgunluğa değil de, odaklanmaya bağlı olarak hızımın düştüğünü fark edip kendimi sürekli dürtüyorum. 13.km de dizimde hafif bir ağrı başlıyor, çok erken ama beklenmedik değil.

Yarışlarda kendimi fazla zorlamadığımdan, yorgunluk hisseder hissetmez tempomu düşürdüğümden, antrenman tempom her zaman laktik asit eşiğimin altında seyrettiğinden, intervallerinse kaslarda laktik asit biriktirecek kadar uzun olmamasından dolayı hiçbir koşu sırasında acı hissetmedim. Maratona hazırlanırken neye benzediğini bilmeden kendimi acıya da hazırlamıştım. “Pain is inevitable, suffering is optional” Yorgunluğu 22.km den sonra, acıyı ise 30laran sonra bekliyorum.

Öger tur yarış boyunca bizi çok iyi besliyor. 2. km de suyla karşılaşmak insanlara “yok artık!” dedirtiyor. 8. km de portakal dilimleri, 15kmde muz servisi cebimde ki jelleri kullandırtmıyor. İlk jeli 22.km de ihtiyacım olduğuna inanmadan, sadece zamanı geldiğini düşünerek, ihtiyacım olduğunu fark ettiğimde çok geç olabilir korkusuyla alıyorum, tadını beğenmeyip hepsini tükürüyorum! Bilmediğiniz tatları yarış sırasında değil antrenmanda deneyin dedikleri tam olarak bu. Ben bilmediğim tadın değil, bilmediğim jel markasının kurbanı oluyorum. Saman tadında portakal aromalı jel, sugar-free?!

Dönüş noktasından sonra gücümün azalmış olacağını bu noktadan sonra aynı pace i tutturmak için kendimi biraz zorlamam gerektiğini biliyorum. Beni önümüzde ki 10km boyunca @5.40larda koşturtacak bir pace maker arıyorum. Bu noktadan sonra sabit tempoyla koşabilen yok gibi. Son 15km aynı insanları sürekli etrafımda görsem de bir türlü senkronize olamıyoruz. Ya su istasyonlarında durup daha sonra burada harcadıkları zamanı telafi etmek için çok hızlı koşuyorlar, ya da yokuşlarda çok yavaşlayıp düzlükte benim başa çıkamayacağım kadar hızlanıyorlar. Bende yokuş yukarı birini, düzlükte bir başkasını tavşan seçiyorum kendime. Olur da tavşanların hepsini aynı anda gözden kaybedersem gözüm hep garminde, @6.10 ları görünce duvar bu mu diye bir panik havası esiyor.

Antrenmanlarda koştuğum en uzun mesafe 33km, bundan sonrası muamma. Umut bana duvarın psikolojik olduğunu söylemişti. 30 anksiyetesini yenmek için kendime bir strateji geliştiriyorum: 21km den sonra kaçıncı kilometrede olduğuma değil kaç km kaldığına odaklanıyorum. 21-22 arası rüzgarı arkadan aldığımız tek yer. Burayı mutlu ve ikinci yarıda yer almasına rağmen hızlı geçiyorum. 23.km ye yarısından çoğu bitti diye başlıyorum. Benim için en zoru rüzgârı en fazla aldığımız 26-30km arası oluyor, burada zaman geçmek bilmiyor. 26. km de mehter takımının dibinden dar açı dönüş yaparken zurnayı kulağımın dibinde öttürmeleri kendimi ayrıcalıklı hissetmeme sebep oluyor. Bozcaada’da yarışı benim birkaç dakika önümde bitiren kişiyi yine bu arada geçmiş olmak da beni ayrıca motive ediyor, çökmek üzereyken tempomu arttırıyorum. Geri saymaya o kadar konsantre oluyorum ki 33. km yi geçtiğimi anlamıyorum bile. Muhtemelen o sırada 10km den de az kaldığını düşünüyorum.

7km kala ilk kez saate bakıyorum: 3.18 O zamana kadar hep @5.40-5.45 ortalamaya sadık kalmaya çalışmıştım, bundan sonra ki her km de @6.00nın altında kalabilirsem 4 saatin altında (3.59.48) bitirebileceğimi fark ediyorum. 22.km de tükürmek zorunda kaldığımı saymazsak ilk ve son kez burada jel tüketiyorum. Beni tek düşündüren finish e 1.5km kala 500mt lik yokuş. 30.km lerde yokuş çıkarken hızım @6.10lara kadar düşmüştü. 41.km de @6.20leri görmem kuvvetle muhtemel. O zaman 5.41 ortalamayı tutturmam için diğer 500mt de @5.00in altına düşmem gerekir ki şimdiden bu kadar yorgunken 41.km de bunu yapabileceğime inanmıyorum. Moralimi bozmamak için 4.04.54 ün de benim için çok iyi bir derece olacağını düşünüyorum.

Son 4.5km de su istasyonunda su veren çocuk suyu nedense bana değil de 2-3 metre arkamdan gelen yabancı adama vermeyi tercih ediyor. Tam yanındayken eline vurup “versene şunu” deyince “aa pardon” diyor ama şişe yere düşüyor. Keşke bırakıp gitseydim ama eğilip alıyorum. Tekrar hızlanmak çok zamanımı alıyor. Bacaklarımda ki ağrıyı ilk kez o zaman hissediyorum. Dailymile'dan tanığım, Nejdet Bey yetişiyor imdadıma. 100mt benle koşuyor, nasıl olduğumu soruyor, 4 saatin altında bitirebileceğimi söylüyor, beni tekrar eski hızıma ulaştırıyor ve ayrılıyor. İkinci darbe yine kendi salaklığımdan kaynaklanıyor. 40km boyunca su şişelerini saça saça ilerlemişken 20mt önümde ki adam kalan suyu yere atmak yerine kaldırım üzerinde ki betona koymayı tercih ediveriyor. Etrafta o kadar çok insan var ki, o bu jesti yapmışken ben şişemi fırlatıp atamıyorum. Yolun ortasından kaldırıma doğru koşup, şişem devrilmesin diye durup, şişeyi yerleştirip tekrar koşmaya başlıyorum. Dinlenik durumda olan biri için bu işlem birkaç saniye kaybettirir belki ama canı çıkmış olan bana durma noktasından tekrar @5.40lara ulaşmak, ikinci kez bacağımın ne kadar ağrıdığını fark ettirmesiyle beraber, çok daha fazla vakit kaybettiriyorL  

Suçlu aramanın zamanı değil: Run Forrest Run! Beni kasan yokuşu tırmandığımda geriye kalan yolun yokuş aşağı olduğunu fark etmek günün bonusu, yalnız bir sorun var: Garmine göre 200mt kalmış olmalı ama finish takı en az 500mt uzakta. Hesapta olmayan bu 300mt saniyelerle olan savaşımı kaybetmeme sebep olacak. 4 saatin altında kalmam artık mümkün değil. Hayatımın en yorucu ve en uzun 500mt sini @4.50 ile koşuyorum ama ne fayda!

Bu maratona hazırlanırken yalnız geçen uzun antrenmanlar beni canımdan bezdirmişti. Adam gibi koşabilirsem bunun ilk ve son maratonum olacağını her fırsatta beyan etmiştim. Ne var ki bir maratonun bu kadar kolay koşulduğunu bilseydim hedeflerimi ona göre belirlerdim. Bacaklarımın ağrısı geçer geçmez 4 saatin altı için antrenmanlara başlıyorum.

24 Şubat 2012 Cuma

Tarihin İlk Ultra Maraton Koşucusu: Ur’lu Shulgi (M.Ö.2094-2047)


Maratonun tarihçesi, M.Ö. 490 yılındaki Perslerle Atinalılar arasındaki savaş sonrası efsaneye kadar uzanır. Efsaneye göre savaş sonrası Philippides adlı bir asker Attika’da ki Maratondan Atina’ya kadar koşar ve “Sevinin kazandık” dedikten sonra Atina’nın pazaryerinde ölür. İlk maraton koşusu 1896'da, Atina'da yapılan Olimpiyat Oyunları'nda, bu efsanevi koşucu­nun anısına düzenlenir. 
  
Triatlon ise ilk kez 1902 yılında Fransa’ da koşu-bisiklet ve kanodan oluşan 3 ayrı spor disiplininin birleştirilmesi ile ortaya çıkar. 1904 yılında triatlon adı uzun atlama, gülle atma ve 91,5m (100yrd) koşudan oluşan bir disiplinin ifadesi olarak ilk kez yaz olimpiyatlarında kullanılır. 1920li yıllarda yüzme, bisiklet, koşu disiplinlerinden oluşan son halini alır.

Peki ya ultra maratonun tarihi ne kadar geriye gider? İlk uzun mesafe koşusu şampiyonu Ur’lu Shulgi’dir diyor Samuel Noah Kramer “Tarih Sümer’de Başlar”* adlı eserinde. “Sümer ve Akad’ın en ünlü krallarından biri, üçüncü Ur Hanedanlığı’nın kurucusu Ur-Nammu’nun oğlu, yaklaşık yarım yüzyıl hüküm sürmüş olan Shulgi’dir. Gerçektende Shulgi’nin bütün kadim dünyanın en seçkin ve etkin hükümdarlarından biri olduğunu söylemek abartı değildir; olağanüstü bir askeri lider, titiz bir yönetici, yorulmak bilmez bir tapınak kurucusu ve kültür hamisi olarak ün salmıştır.”

Yaşına hürmetim sonsuz, ancak demeden edemeyeceğim, bizim gibi az çatlak. Zira savaş döneminde haber taşıma görevini yerine getirme amacıyla 40km koşan ulakların tersine Shulgi görev ya da mecburiyet için değil şampiyon koşucu olarak ad ve ün kazanma isteğiyle tamamen keyfi koşuyor. (Hoş, biz ünlü olma beklentimiz bile yokken koşuyoruz!)

Adım uzak günlere erişsin, (insanların) ağzından düşmesin diye,
Ünüm ülkenin her yanına yayılsın diye,
Bütün ülkelerde övüleyim diye,
Ben, koşucu, gücümü topladım, yola koyuldum,
Nippur’dan Ur’a,
Yolu bir çift saatlik (mesafe) gibi aşmaya karar verdim,
Yorulmak bilmez bir aslan gibi şahlandım,
Belime bir kuşak(?) sardım,
Yılandan kaçan telaşlı bir güvercin gibi açtım kollarımı,
Gözlerini dağa dikmiş bir anzu-kuşu gibi açtım dizlerimi.

Sümer rönesansı olarak bilinen dönede Nippur Irak’ın güney doğusunda bulunan Afak kenti, Ur ise yine Irak’ın güneyinde bulunan Tell el-Muqejjir şehrinin yerine kuruluydu. Sümerlilerde “çift saat” lik mesafe 10km ye denk düşüyor. Shulgi şiirinde Nippurdan Ur’a onbeş “çift saatlik” (mesafeyi- yaklaşık 150km, yalnızca bir “çift saatlik” miş gibi aldığını söyler. Kalabalığın alkışları arasında Ur’a varınca, müzik ve şarkılar eşliğinde Sin’in ünlü tapınağı Ekişnugal’e pek çok kurban sunar.

Ülkeye yerleştirdiği kentler(in sakinleri) etrafımı sardılar,
Karakafalı halkım, koyunlar kadar çok, şaşakaldılar bana.
Sığınağına gitmek için acele eden dağlı bir çocuk gibi,
Utu geniş ışığını insanların evlerinin üstüne saçtığı zaman,
Ekişnugal’e girdim,
Sin’in evini, koca ahırı bollukla doldurdum,
Öküzleri boğazladım orada, koyunları çoğalttım,
Davullar tefler çınlattı ortalığı,
Tatlı, tigi-müziği çalındı orada.

Sarayında dinlenip, yıkanıp, yemeğini yedikten sonra şiddetli dolu yağmasına karşın Nippur’a geri döner ve böylece eşeş bayramını aynı gün hem Nippur’da hem de Ur da kutlayabilir:

Ben Shulgi, her şeyin çoğaltıcısı, ekmek-sunusunu götürdüm oraya,
Bir aslan gibi tahtımdan korku salarak,
Ninegal’in yüce sarayında,
Dizlerimi ovaladım, tatlı suda yıkadım,
Oturdum, ekmek yedim,
Bir baykuş (ve) bir şahin gibi atıldım,
Zaferle Nippur’a döndüm.

O gün fırtına uludu, rüzgârlar girdap gibi döndü,
Kuzey Rüzgârı, Güney Rüzgârı şiddetle kükredi,
Yedi rüzgârın yanında gökte şimşekler çaktı,
Kulakları sağır eden fırtına toprağı titretti,
Göğün bir ucundan diğerine gürledi İşkur,
Yukarıdaki yağmur aşağıdaki suyla kucaklaştı,
Onun (fırtınanın) küçük taşları, büyük taşları
Sırtımı kamçıladı.

(Ama) ben, kral, korkmadan, yılmadan,
Genç bir aslan gibi fırladım,
Bozkırdaki eşek gibi ileri atıldım,
Yüreğim sevinçle dolu bütün yolu koştum,
Tek başına giden sıpa gibi yarıştım,
Utu (gibi) yüzümü eve çevirip,
Onbeş “çift saatlik” yolculuğu tamamladım.
Yardımcılarım (hayretle) bana baktılar,
Eşeş bayramlarını (hem) Ur’da (hem de Nippur’da) aynı gün kutlarken ben

Nippur’da kutsal eşi doğurgan tanrıça İnanna ile birlikte güneş tanrısı Utu’yla ziyafete oturur.

Kardeşim ve dostum, yiğit Utu ile,
An’ın kurduğu sarayda bira içtim,
Ozanlarım benim için yedi tigi ilahisi söyledi,
Karım bakire İnanna, kraliçe, gök ve yerin bereketi,
Onun (sarayın) ziyafetinde yanına oturttu beni,
Kendi kendime (şöyle diyerek) gururlandım:

“Her nereye kaldırırsam gözümü, benimle oraya geleceksin,
Her nereye götürürse yüreğim beni, orada hoş karşılanacaksın”


*Kramer S. N. 2002,Tarih Sümer’de Başlar, Ur’lu Shulgi: İlk Uzun Mesafe Koşusu Şampiyonu, s.340-345, 

4 Şubat 2012 Cumartesi

Aceminin Maraton Hazirligi


2012 Runtalya maratonu son 6 ay içinde katılmayı planladığım ikinci maraton. Kasım 2011 de ki Atina maratonu düşümden bacağımda ki ağrılar yüzünden yarışa 1 ay kala vazgeçiyorum.  Ekim ayında koşudan uzak kalmak ağrılarımı tamamen geçiriyor. Uzun koşulardan sonra 24 saatten fazla sürmeyen hafif kasılmaları ve ağır aksak yürümeme sebep olan sızlamaları saymazsak şimdilik bir sakatlık söz konusu değil.

Sakatlık sırasında antrenman yaparken, sağlamken sırf canim istemediği için atladığım antrenmanlara çok hayıflanmıştım. Runtalya maratonuna hazırlanırken çok temkinli gidiyorum. Sakatlığın tekrar ortaya çıkmaması için haftada sadece 3 koşu veren First un “run less, run faster” programını uygulamaya karar veriyorum. Koşu programı haftada bir gün interval, bir gün tempo çalışması üçüncü gün ise uzun koşu veriyor. Aralarda ki günde recovery amaçlı kısa, düşük tempolu koşular yapmak size kalmış. Ben, yarışa 1 ay kala yine bir sakatlık riskiyle karşılaşmamak için boş günleri koşu yerine bisiklet ve yüzme ile destekliyorum.

Yarışlara katılmaya başlayalı 1,5 yıl olmuşken hala hızlı bir koşucu değilim. Interval ve tempo antrenmanlarında elimden geleni yapsam da amacım tempoyu arttırmak yerine tükenmeden ve sakatlamamdan 42 km yi bitirebilmek.

Buna göre en gerçekçisinden başlayarak yarış öncesi kendime maraton hedefleri koyuyorum.
1.       Hiç yürümeden maratonu tamamlamak
2.       4.11.00 de bitirebilmek (@ 6.00nin çok az altında)
3.       First programının 5k yarış hızıma bakarak öngördüğü surede (4.04.54) bitirebilmek (@ 5.48)
4.       4 saatin bir kac saniye de olsa altında biterse ne ala (@5.41 ki antrenmanlara bakarak bu imkansız görünüyor)

İlk iki 30km denemem sakatlığıma denk gelmişti. Bu yüzden bol ağrılı ilk iki koşum gerçek performansım hakkında bir bilgi vermiyor bana. Mart ayında ki yarış için hazırlanmaya Kasım başında başlıyorum.  4. Hafta ilk 32k antrenmanını veriyor. Yalnız koşuyorum, daha 10ları yeni geçmişken 30u tamamlamak gözümde büyüyor, 23km lerden sonra neden koşuğuma bir anlam veremiyorum, 8km de bir verdiğim su molalarından sonra tekrar koşuya başlamak giderek zorlaşıyor, her moladan sonra ağrılar daha da belirginleşiyor, yoruluyorum, çok da sıkılıyorum. Sabah koşusu için bostanlı sahiline doluşanlar öğle yemeği için evlerine gidiyorlar, ben hala koşuyorum.

Bir hafta sonra ki 29k antrenmanında 3 kişi olacağız. Bir gün önce Handan ‘yağmur yağması benim için sorun değil’ diye mesaj atıyor. Benim için de sorun olmaz diyorum. Sanki geçmişim yağmur altında yapılan antrenmanlarla doluymuş gibi. Yalnız olmayacağım ve 3km az koşacağım için bu koşu öncekinden daha kolay olur sanıyorum. Olmuyor, yarıladık sanırken daha 8. km de olduğumuzu fark ediyorum.  Gecen haftadan kalma öksürme hali beni çok zorluyor. Öksürüğün şiddeti midemi bulandırıyor. yine de koşamıyor olmamın sebebinin göğsümdeki hırıltı değil de performans düşüklüğü olduğunu biliyorum.  Çok kalın giyinmişim, terliyorum, yanımda su yok, Handan'ın suyunu kullanıyorum ama yetmiyor. Bir kez daha bu is için yaratılmadığımı düşünüyorum. 18.km de rüzgâra karsı koşarken bırakıyorum. 35C sıcaklıkta koşup terlemeden eve varabilme yeteneğine sahipken üzerimde ki kıyafetlerde tek bir kuru bölge yok. Termal içlik, polar sweatshirt ve yağmurluğumla 16Cde koşmaya değil de kutuplarda keşfe çıkıyor gibiyim.

iki hafta sonra ikinci 32k antrenmanıma başlayalı 1 km olmuşken biri geliyor koşarak yanıma. Koşu sohbeti bellidir, yanına geldiğin kişiye ne kadar koşacağını ya da nereye kadar gideceğini, nerden döneceğini sorarsın. O bu gereksiz sohbeti atlıyor:
—merhaba
—merhaba
—tuzlaya var mısın?
—hı?

Sasalı'ya beraber koşarken dailymile dan tanıştığımızı fark ediyoruz. 1 km fazla koşmam için motive ediyor beni  Ferda. Bu en rahat yaptığım uzun mesafe oluyor.

Artık uzun koşuların her şeyden önce zihinsel olduğunu biliyorum. Uzun mesafe tecrübem arttıkça her biri bir öncekinden daha kolay olacak sanırken, koşuyu tamamlayabilecek miyim diye başladığım her koşu zor bitiyor. Halbuki şu ana kadar yaptığım antrenmanlardan 30k ve üzerinin her şekilde çıkacağını zaten biliyorum. Bundan sonra tek yapmam gereken sürenin uzunluğuna, yorgunluğa ve acıya kendimi hazırlamak, doğru kıyafeti ve doğru gıdayı seçebilmek.

Nasıl giyinmem ve koşu öncesi ne yemem gerektiğini öğrenmek için bana 4 adet 30 ve üzeri km gerekiyormuş. Artık koşuya sırf adı kış diye sarıp sarmalanıp çıkmıyorum. 6C ye kadar t-shirt ve rüzgârlık yetiyor, daha soğuklar için t-shirt yerine ince bir termal giyiyorum, hava rüzgârlı ise boyunluk ve eldiven de alıyorum. Dışarıda koşma deneyimleri arttıkça bu katların daha da azalacağını umuyorum çünkü İngiltere deneyimlerim bana 3C de bile şortlu koşulabileceğini gösterdi.

Peki ne yiyorum? Koşuya aç başlarsam 2. saatin sonuna geldiğimde acıkıyorum, jeller enerji veriyor mu bilmiyorum ama doygunluk hissi yaratmıyor. Koşu sonuna kadar hep aç olduğumu düşünmek, koşuyu tamamlamaktan ziyade eve gidip yemek yeme isteği uyandırıyor bende. Zihinsel savaşa böylelikle yenik düşmüş oluyorum. Kahvaltıda makarnaya henüz alışamadım. Özellikle akşam yemeden yatmışsam bir dilim reçelli ekmek bana yetmiyor, daha koşuya başlamadan acıkmış oluyorum. Bir dilimden fazla yiyecek olursam tatlı, koşu sırasında midemi bulandırıyor. Şimdilik az peynirli küçük bir tostu tercih ediyorum ama peynir tuzluysa koşarken çok sık susamama neden oluyor. Kuru kayısı, kuru incir, kuru üzüm, fındık vb gıdalar da koşu öncesi çok tercih edilir olmasına rağmen beni psikolojik olarak doyurmaya yetmiyor. Bu tür şeylerden bir avuç alıp koşuya çıktığım zaman beynim sürekli yemek ne zaman gelecek diye soruyor. Ben bunların ana yemek olduğuna ve işe yarayacağına beynimi ikna edinceye kadar bir süre daha sabahları az peynirli tost yenecek gibi görünüyor.

Şimdilik uzun koşular için neye ihtiyacım olduğunu biliyorum: mümkünse bir koşu arkadaşı, mümkün değilse mutlaka müzik, çok dolu olmayan bir mide, üşümemeye yetecek kadar hafif kıyafetler, koşuyu tamamlayacağına inanan bir beyin.

Koşu programları özellikle ilk kez maraton koşacaklar için en uzun antrenman mesafesini 32km ile sınırlıyor. Yeterince 32km tecrübesine ulaşan sporcunun 42 km yi yarış zamanı rahatlıkla tamamlayabileceği, hatta koyduğu hedefe bile ulaşabileceği varsayılıyor. Bu aşamada beni tek düşündüren su içmek için antrenman boyunca 3 ya da 4 kere duruyor olmam. Bu sırada vücut 20-30sn de olsa dinleniyor ve ben bu dinlenmelere vücudumu alıştırmış olmaktan korkuyorum. Ya yarış sırasında her saat başı vücudum "beni dinlendir" diye bağrınırsa? Bu maraton hiç durmadan bitebilecek mi?

30 Ocak 2012 Pazartesi

Usta Tamirci

Kahve almak için mutfağa girdiğimde ağabeyim çöp öğütücüsüne bir şey düşürmüş olabileceğini, makinenin çalışmadığını söylüyor. Daha önce benim öğütücüme düşen çay kaşığını makine minik bilyeler şeklinde öğütmüş, görevini başarıyla tamamlayan öğütücü bir daha çalışmamıştı. Geçmiş deneyimlerime dayanarak “yok diyorum çalışmıyorsa başka bir sebebi vardır, henüz öğütülmüş madeni bir şey yok makinenin içinde”. Elime tahta bir kaşık alıp makinenin orasını burasını kurcalarken ağabeyim içinde ki kaşığı görüyor. Kaşık eğilerek makinenin bıçaklarını kilitlemiş. Bıçak ne sağa ne de sola dönebiliyor.

Lavabonun içinden kaşığı alma girişimleri boşa çıkınca Kanat hala yukarıda uğraşadursun ben lavabonun altını boşaltıyorum. Tüm deterjanları, çöp torbalarını, elektrikli aletleri çıkarıp, onların yerine ben giriyorum. Beni elimde kargaburunla makinenin sağını solunu kurcalar görünce soruyor:
—Ne yapacaksın?
—Makineyi sökeceğim
—Neresini sökeceğini biliyor musun?
—Sökülebilecek yerlerini sökeceğim
Cevap ben bu işten anlamıyorum diyor ama olaya girişmekte ki hızım ve kendime güvenir halim ağabeyimi ikna etmiş olmalı. Kendi evimde her gün bozuk bir makineyi tamir etmiyorum ama bende, ortada başka gönüllü olmadığında, nerden geldiği bilinmeyen bir ben-yaparım-diye-öne-fırlama geni var.

Ağabeyim bana ne işe yarayacak onu sökmen anlamıyorum diye sorarken ben karşıma çıkan ilk vidayı sökmeye koyuluyorum. Evet, ne yaptığımı bilmiyorum ama bu iş başka nasıl olur ki? Bu kaşığı yukarıdan çekip çıkaramıyorsak aşağıdan çıkaracağız. Bende aşağıda gördüğüm vidaları söküyorum. 3. vidayı da söktükten sonra lavabonun tepesinden bakan ağabeyim yanlış yeri söktüğümü, bıçağın çok daha aşağıda olduğunu söylüyor. 3 vidayı da yerine takıp daha aşağıda yeni vidalar bulmaya çalışıyorum. Bu sefer 6 minik vida buluyorum. Daha zor çünkü arkadaki 3 vidaya makinenin büyüklüğü ve sabit kablolar yüzünden ulaşamıyorum. Kanat gidip gelip "geri takabilecek misin?" diye soruyor. "Söktüğüm gibi takarım ne var ki bunda" diyorum daha önce böyle bir aleti sökmemiş olmanın cehaletiyle. Ağabeyim böyle şeyleri ellemediğini, ellediğinde elinde kaldığını, en son tuvaleti tamir etmeye kalktığında evi su bastığını anlatıyor. İçimden “iş tuvalet olsaydı ben de girişmezdim” diyorum. Bu lavabonun altında yatabilmemi sağlayan tek şey çok temiz kokuyor olması. Şimdilik…

Bütün vidalar çıkıp da öğütücü aşağı düşünce kaşık görünüyor. Kaşığı almak çok kolay oluyor ama öğütücü çok ağırmış. Kanat “bunu tekrar yerine takabilecek misin?” diye sorarken bir bildiği varmış belli ki. Takabilmem için birinin öğütücüyü yukarı kaldırması gerekiyor ama o ikinci kişi benimle aynı anda lavabonun altına sığmaz. Bulabildiğim bezler ve içi boş deterjan kutuları ile elimden geldiğince yükseltip vidaları teker teker takıyorum. Takarken bir şeylerin yanlış olduğunun farkındayım, bunu önce yerine oturtup sonra vidaları takmak gerekmez miydi? Burası kokmaya başladı, hiç ellemediğim bir yerden su sızıyor, kabul etmesi zor ama şakülü kaydı bu öğütücünün, lavabonun altında yatıyor olmak artık başta ki kadar mutlu etmiyor beni… Ağabeyim rahatlıktan mı endişeden mi bilinmez salona uyumaya gidiyor.

İşim bitince korkudan hiç bir şeyi ellemeden, çalışıp çalışmadığını kontrol etmeden, suyu bile açmadan öylece bırakıp dönüyorum salona. Ağabeyim uyanınca “oldu mu?” diye soruyor. “Denemedim” diyorum, “öğütücü yerine tam oturmadı, vidaları iyi sıkamadım, ellemediğim bir yerden su sızıyor” demiyorum.

İçeri gidiyor, bana seslenmesi sadece bir kaç saniye sürüyor. “Nur, sular akıyor bundan!” Hafif bir sızıntı için ne iddialı bir ifade! Ne var ki çöp öğütücünün her yanından aşk çeşmesi gibi sular aktığını görmek beni dehşete düşürüyor. Bu kadar kötüsünü ben de beklemiyordum. Artık bir tamirci çağırma vakti geldiğini düşünürken Kanat öğütücüyü söktürüp yeniden taktırıyor bana. “Ne kadar ağır o biliyor musun sen????” Elime kargaburunu alıp hiç sesimi çıkarmadan söküyorum. İkinci kez sökmek öğütücünün yapısını daha iyi anlamamı sağlıyor. Yine de akan su miktarına bakarak hala bu işin çözüleceğine inanmıyorum. Tamircinin “nasıl geldi bu alet bu hale” diye sorduğunda ikisininde kaşlarını kaldırarak alaycı alaycı bana bakmayacağını bilsem çözümü biliyorum benL

Bundan daha iyisini yapamam deyince kadar her bir ayrıntı ile uzun uzun uğraşıyorum. Su sızan yerde ki kelepçeyi açıp su damacanasındaki pompa mantığı ile tekrar takıyorum. Bu meşakkatli iş sırsında Kanat mutfakta ders çalışan ve başından beri beni izleyen Matthew’a “bak” diyor “halan usta bir tamirci, çöp öğütücümüzü tamir ediyor. “oo evet görüyorum” diyor 7 yaşında ki yeğenim ciddiyetle kafasını sallayarak “tamir ediyor ve öğütücünün her yerinden sular geliyor”

1.5 saat süren ilk sökme takma girişimime karşılık ikincisi sadece 40 dakika sürüyor. Üstelik bu sefer her şey olması gerektiği gibi çalışıyor. Tanrım! Ben gerçekten ustalaşıyorum.