22 Mart 2011 Salı

Uzun Bir Aradan Sonra Yeniden Bisiklet Turu

Bir sonra ki yarışa kadar önümde 10 hafta var. Koşu antrenmanlarını azaltıp Cumartesi günü bisiklete binmeye karar veriyorum ama meteoroloji hafta sonunu yağmurlu veriyor. Arkadaşım bir şeyler yapmayı teklif edince bisiklet programı için riske girmekten vazgeçiyorum. Sabahtan spor salonuna gideceğim, öğleden sonrası için program yapıyoruz.

Cumartesi sabah evde oyalanarak salonun açılmasını bekliyorum. Havaya bakıyorum, pırıl pırıl. Salona gitmekten vazgeçip bisikletçilere mi katılsam? Saat 10.00, grup mavişehirden geçeli yarım saat oldu. Yetişebilir miyim?
Kolum kırıldığından beri bisikleti elime almamıştım. Lastiklerini bile geçen hafta taktım ama tam şişirmemiştim nasıl olsa betonun üzerinde iniyor diye. Çok hızlı bir şekilde duş alıp hazırlanıyorum, alelacele lastikleri şişiriyorum, aksesuar sayılabilecekleri asansörde giyiyorum, yine de saat 10.30 oldu. Kaklıçta yarım saat mola verirler. Şu sıralar kalkmak üzerelerdir. Sadece yarım saat fark var aramızda, hava güzel diye yayarlarsa seyrekte yakalarım onları diye düşünüyorum.

Kolumu kırdıktan sonra ki ilk bisiklet turumun çok temkinli olacağını hayal ediyordum ama arada ki farkı kapatmak için son sürat gidiyorum. Araç yolundan site içinde otopark olarak kullanılan kaldırıma çıkıyorum. Bu kaldırım ana caddeyi dik kesiyor. Ben, hem yol boyunca park etmiş araçlar arasında ki dar yerden bisikletle geçemeyeceğimden hem de yüksek kaldırımdan bisikletle inmeye cesaret edemediğimden yol bitiminde her zaman elime alırım bisikleti. Caddeye 20mt kala frene dokunuyorum, arka fren tutmuyor, ön fren? Tutmuyor! Bir kere daha deniyorum, ı-ıh frenler tutmuyor! Kazadan sonra frenlerlerde problem mi oldu? Ama ben kazadan sonra 30km daha bisiklete binmeye devam ettim, frenlerde problem yoktu.

Salak ben! Lastikleri taktıktan sonra frenleri unuttum! Sokak köpekleri yattıkları yerden kafalarını kaldırmış bana bakıyor, bense önümde yola park etmiş arabalara. Birine, mümkünse en eski ve ucuz olanına çarparak durabilirim ama çok hızlıyım. Arabaya da bisiklete de çok zarar veririm ve büyük olasılıkla yine bir tarafımı kırarım. Şansıma, iki araç arasında benim bile geçebileceğim kadar boşluk var. Soluma bakıyorum, 50mt ötede taksi viraj dönüyor, çok hızlı olamaz. Zaten üçüncü bir seçenek yok, varsa da düşünecek zamanım yok. Refüje çarpmadan dönmüş olmayı umarak kendimi caddenin orta yerine atıyorum. Taksi aniden önüne konan bisikletten şaşkın, bense sola döndüğüm anda kırık bira şişesi ağzını 30 cm önümde görmekten!… Taksiye çarpmakla şişe ağzının üzerinden geçmek arasına ki seçimi daha kolay yapıyorum, patlak bir lastik ve tutmayan frenlerle artık bizimkilere yetişme şansım kalmadığını düşünerek.

Kaldırımdan inerken hızım daha da artmış. Park halinde ki jeep e çarpmama ramak kala durabiliyorum. Birkaç fren teli kopuk, ne zamandır bu halde olduklarını bilmiyorum. Freni takarken hala titriyorum, takıyorum, gidonda ki tel sıkışıyor, teli çıkarıyorum fren kasıyor. Arka fren çok sert, en ufak bir dokunmada eşek tepmiş gibi oluyor. Çok ani fren yapmak zorunda kalmazsam ön frenin de yardımıyla idare ederim diye düşünüyorum, daha yeni kolunu kırmış biri olarak neyime güveniyorsam… Lastikte cam kırığı var mı diye kontrol edip tekrar yola çıkıyorum. Saat neredeyse 11.00, aramızda ki fark 1 saate yaklaştı.

Fazla gidemiyorum bir yerlerden sürtme sesi geliyor, fren pabucu mu? Üff bir de alyan derdi çıkarsa ancak Gerenköyde yakalarım bizimkileri. Çok iyimserim, üzerinden geçtiğim kırık bira şişesi yüzünden lastik patlarsa pompam da çalışmıyor! Belki Seyrek girişinde ki benzin istasyonuna kadar dayanır, ya da lastiği değiştirip pompası olan bir bisikletçiyle karşılaşmayı umacağım.

Neyse, sürten pabuçmuş ama alyana gerek kalmıyor. Düzeltip yola çıkıyorum. Kaklıç’a kadar rüzgar arkamdan esiyor, ortalama hızım 32km/sa. Ertesi gün uzun mesafe koşum için bacaklarımda derman kalmadı. Kahveye varınca bizimkileri soruyorum, kalkalı yarım saatten fazla oldu diyorlar. Gerenköy yokuşlarında yavaşlayacaklarına dair umudum büyük. Rüzgar buradan sonra önden esecek, hızım çok düşecek ama beni yavaşlatan rüzgar onları da yavaşlatacaktır. Gözüm lastiklerde Seyrek girişine kadar geliyorum. Henüz problem yok, benzinlikte durmadan yoluma devam etmeye karar veriyorum. Sadece su almak için her zaman yemek yediğimiz restoranda duracağım.

Meydana girdiğim anda Tolgayı görüyorum, sevinçten ışıldıyor olmalıyım. Ufak bir mola değil bu. Masa kurulmuş, Gerenköyden vazgeçmiş olmalılar. Ben onları gördüğüme, onlar beni gördüğüne seviniyoruz hep birlikte. Bir süre dışarıdakilerle sohbet ediyoruz. Bir şeyler yemek için içeri geçtiğimde tokuşan rakı kadehlerini görüyorum. Ben yemek söylerken Günay abi beni masaya çağırıyor. Elimde meze tabağımla çöküyorum masaya, bu gerginliğin üzerine ne güzel olur bir duble rakı, ya da iki, ya da…

Ugly Betty

Bir arkadaşımla öğle yemeği yiyoruz, konumuz bu olmadığı halde yüzüme bakıp saçlarını ne zaman kestireceksin diye soruyor. Nerden çıktı ki bu? İki yıl öncesine kadar her mayısda saçımı ensemde kestirmeme alışık olduğundan mı soruyor acaba? Kestirmeyi düşünmüyorum, uzatıyorum artık, bunu ona da söylüyorum.

Bir iki hafta sonra yine birlikte bir şeyler yapıyoruz. Yine saçımı soruyor. İçin için kızıyorum. Ona ne ki saçımdan? Çok mu kötü görünüyor ve bana söyleyemiyor? Uyduruk bir siyah lastik yardımı ile sürekli atkuyruğu halinde saçım. Bakımsız, onu mu demek istiyor?

Runtalya dönüşü fotoğraflarımı gördüğümde ne demek istediğini anlıyorum. Kezban modeli olmuş, boyadan ve ilgisizlikten yumak yumak, atkuyruğunu hiç açmadığımdan nerdeyse belime geldiğini fark etmemişim bile.
Alina’nın dediği gibi “sürekli toplayacaksan uzun bir saçının olmasının anlamı ne?” Modern ve nispeten kısa bir saç kesimi için kendi ucuz kuaförüme gidiyorum. Ona gitme diye dört bir yerden uyarılıyorum, ucuz etin yahnisi yavan olurmuş. Yok, ben kestirdim daha önce oraya, güzel kesmişlerdi, yine keserler.

Nasıl keselim diyor 20 yaşını doldurduğundan şüpheli olduğum kuaför, katlı diyorum, kahkül de olsun. Kahkül nasıl olsun? Benim bunca yıldır bildiğim tek bir kahkül modeli vardır. Acaba kuaförle ilişkimi kestim keseli farklı modeller mi türedi? Seçeneklerim ne diye soruyorum. İnce kahkül olabilir ama o klasik olur ya da biraz kalın yapabiliriz. Yok, kalın olmasın, klasik olmak istiyorum ben.

Neredeyse yarım saattir saçımın kesilmesini izliyorum. Tamam, saçım yeterince kısaldı, ne zaman katları kesmeye başlayacak? Başlamıyor katlara, kahkül kesecek. Ben böyle hayal etmemiştim. Önce katlar kesilmez mi? kahkül bitince “kat da istiyorum yanlara” diyorum. Ha diyor. Nasıl ha?! Benim bu koltuğa oturma sebebim kat için değil miydi zaten? 1-2 sn düşünüyor elinde makası, sonra “bunu kullanın biraz” diyor. Yok, böyle bir saç kullanmak istemiyorum. Kaşlarım kalkıyor. İtiraz edeceğimi anlayınca “bir fön çekeyim” diyor, “öyle karar verin”. Fönden sonra, ancak alnımın ortasına kadar gelen kahküllerime bakarak bu saça artık kat falan olmayacağını anlıyorum.

Birini anımsatıyor bu saç modeli bana, sevimsiz birini ama gelmiyor dilimin ucuna. Kuaför çocuk da durumun olağan olmadığının farkında olacak ki “bir haftaya daha da oturur” diyor. Bana kalırsa bu saçın adam olması için en az 6 ay gerekiyor.

İki yanı dümdüz saçlarım, orta yerde kaşlarımın 2 parmak üzerinde duran kalın besleme modeli kahküllerimle eskisinden daha kötü bir halde çıkıyorum salondan. Asansörün aynasına bakarken düşünüyorum “kim, kim, kime benzedim ben?” Asansörden inmek üzereyken hatırlıyorum: Ugly Betty!

Yüzme Antrenmanı -4000m

Yarıştan sonra ki üçünü günüm. Bacaklarımın ağrısından hala koşmaya başlayamadım. Yarışa hazırlanırken laktik asit eşiğimi arttıracak tempo ve interval çalışmalarını hiç yapmadığımdan böyle bir son beni şaşırtmıyor.
Bacaklarım düzelinceye kadar yüzmeye karar veriyorum. Koşunun yerini tutmaz ama hiç değilse mümkün olduğunca uzun yüzmüş olmak için saat 6,20de havuzda oluyorum. Her sabah 6.00-7.00 arası yüzen kişi haricinde havuz bomboş. Ben yüzmemi bitirinceye kadar kimler kimler gelip gidecek diye düşünüyorum.

En son 1 ay önce yapmıştım mesafeli yüzüşümü. Kendimi yüzerken videoya kaydedip dehşete düştüğümden beri hep teknik çalışıyorum. Bu çalışmalar sırasında her 2-3 turda bir mevcut durumu ve hatalarımı düşünüp nasıl düzelteceğime karar vermek için kısa süreli de olsa duruyordum. O yüzden şimdi kesintisiz yüzmek beni çok yoruyor. Daha yolun başında nefesim kesilmeye başlayınca ilk 30 turdan sonra her üç kulaçta bir nefes almayı bırakıyorum. Başka insanların DM de 1,5 saatte 3700-3800mt antrenmanlarını okuyordum. Sanırım ben bu yavaşlıkla ancak 3600 yüzebileceğim. O kadar yavaşım ki ilerlediğimden emin olmak için kulvarı ayıran ipi kontrol ediyorum.

Havuzda yaygın görüntü triathloncu yüzüşü. Vücut rotasyonu kısıtlı olduğundan kollar gövdenin üzerinden değil de kelebek yüzer gibi açıktan geliyor. Yüzücü için sadece suda kaymasına engel olan bu yüzüş tarzı karşıdan gelenler için kabusa dönüşüyor. Ne kadar kenara çekildiysem de ilk darbeyi kafama yiyorum. Kafam suya gömülmüşken bacağıyla da vücudumu suya bastırıyor. Hoo, hooo, kontrolsüz güç güç değildir demedik mi?! Sersemlemiş halde sudan kafamı çıkarıyorum, derin bir nefes alıyorum, hala yaşadığıma sevinip hızla kulvarı değiştiriyorum.

Terminatör’ün boşalttığı kulvara 7.00–7.30 yüzücüsü geliyor. 7.20de yüzmeye başlayacak olan kişinin o kulvara gelmesini istiyordum: Güçlü ama sakin. Bana göre çok hızlı ama farkı yüzerken değil dönüşlerde atıyor. Aynı anda başlayıp 25mt yi bir kulaç boyu önde bitirmeme rağmen dönüp de ilk kulacı atarken bir adam boyu önüme geçmiş oluyor. Duvar dibinde bana bu kadar vakit kaybettirecek ne yaptığımı hala anlayabilmiş değilim. Yan kulvarda yüzmesini istememin sebebi ilk yarım saat sadece serbest yüzüyor, sonra ki yarım saat kurbağa gidip serbest dönüyor. O zaman dönüşlerde harcadığım zamanı telafi edebiliyor ve sürekli yanında kalabiliyorum. Tempoyu tutturmak için ideal bir partnere dönüşüyor.

Biraz hızlanmam lazım ama koşarken olduğu gibi hızımı ayarlamam kafam suya gömülüyken çok zor. Kulaç oranım o kadar düşük ki nefes almak için uzun süre beklemem gerekiyor. Nefessiz kaldığım bir anda öfke ile dönüp sol kolumu arıyorum nerde kaldı bu diye sanki kola hükmeden ben değilim. Isınmam ve nefesimi kontrol ederek rahat kulaç atabilmem ancak 1500mt den sonra mümkün oluyor. Hepi topu 750mt yüzülmesi gereken Sprint Triathlon a katılırsam ne yapacağım?

7.20 yüzücüsü geliyor sonunda, seviniyorum, beni hızlandıracak. O farkında değil ama bana verdiği tempoyla 4000mt yi tamamlıyorum 1.5 saatte. Havuzdan çıkarken çok yorgun hissetmiyorum ama bunun üzerine 180km bisiklet binebilir miyim diye düşündüğümde vücudum cevap veriyor: I-ıh!

7 Mart 2011 Pazartesi

Runtalya Yarı Maraton -21,1K

Bizim pansiyondan sadece Noyan maraton koşuyor. Sabah 6.30da kalkıp kahvaltı edecek. Yarışı saat 9da başlıyor. Çağın, Kutlu ve ben saat 10.30 da yarı maraton koşacağız. Bu yüzden bizim kahvaltı saat 8.00de. 8.00e doğru yağmur çiselemeye başlıyor, kontrol amacıyla odadan çıkıp aşağıya iniyorum. Noyan bizim pansiyonda kalan ve maraton koşacak Fransız çiftle yola çıkıyor. Sadece 3 adım atıyorlar ve sağanak bastırıyor.

Bizimkiler aşağı inince “üzülmeyin” diyorum, “bu kadar kuvvetli yağmur 3 saat sürmez, maratoncular yağmurda koşacak ama biz koşuya başlamadan yağmur dinecek”. Ben dahil kimse inanmıyor.
Sibel Pansiyon başlangıç noktasına 3 km uzakta, yarışçılar yaklaşık 12 dakika sonra oldukça yakından geçecek. Kahvaltıdan sonra destek için yola çıkıyoruz. “Bu yağmurda koşmak zorunda kalırsak üşür müyüz?” diye soruyorum Çağın’a, “yok” diyor “adrenalin öyle bir şey ki…” O zaman önümüzden koşarak geçen sırılsıklam insanlar neden titriyor?

Önce Fatih geçiyor bizim gruptan, “gaza gelme Fatih, easy easy” diye bağırıyor Çağın. Kontrolsüz güç güç değildir. Noyan en son geliyor, oda fazla kontrollü, üzerinde hala Runtalya’nın verdiği mavi plastik yağmurluk var. 3km oldu yarış başlayalı, çoktan çıkarıp atmış olmalıydı onu üzerinden. Öyle görünüyor ki sağanak yağmura rağmen insanı sıcak tutacak olan bu adrenalin sadece Çağında var.

Bizi start alanına götürecek olan taksi kapıda bekliyor ama hangi yoldan gideceğini bilmiyor. İlk girişimleri başarısız, yarış sebebiyle kale içinden çıkışlar kapatılmış. Yarışa çok var ama bir ara biz bile endişelenmeye başlıyoruz. Şöfor söyleniyor, ne gerek var yarışa, ne saçmalık, 2000 kişi koşacak diye bu kadar insan bir yerden bir yere gidemiyor. Şöfor şerefsizler diyor, Kutlu önde “şeferefsiz bunlar abi” diye gaz veriyor. Çağın lafın bize de dokunduğunu anlayınca yumuşatıyor ortamı “öyle deme abi, bak biz de koşuyoruz, yapılsın tabi böyle organizasyonlar” Kutlu şoförden de hızlı çıkıyor itiraz etmek konusunda, sırayla saydırıyorlar organizasyona. Hale hazırda kızgın olan şoförümüz aynı kızgınlıkla, yanımızdan su sıçratarak geçen arabaya da söyleniyor “satıcı bu” diye. Çağın “yok abi nerden çıkardın, 34 plaka bile değil o” diyor. Şoför “pezevenk” diye açıklık getiriyor satıcı kavramına. Çağın ısrarlı, uzatıyor kafasını iki koltuk arasından “represant mı demek istedin abi?” Çağın sus istersen, daha nasıl anlatsın adam! Tanırmış meğer bizim şoför adamı, çok parasını yedi bu babasının diye anlatıyor etraflıca.

İniyoruz taksiden, su birikintileri üzerinde hoplaya zıplaya ve ıslana start alanına varıyoruz. Tam ısınmaya karar vermişken Çağın arkadaşlarına rastlayınca Kutlu’yla ben kalakalıyoruz ama vazgeçemiyoruz. İki gündür birbirinin suratına bakmaktan imtina eden biz, yarış alanında 10 dakika birlikte jog atıyoruz ısınmak için. Nasıl bir talihtir bu?! Diken dikeniz, bunu ben hissediyorsam o da hissediyordur eminim. Kutlu’yla bir şeyi “birlikte” yapma hali benim karnıma ağrı saplıyor. Start alanına varınca yarış heyecanından olacak Kutlu kendini tuvalete atınca tesadüfe gülüyorum.

Çağın bu arada beni Daily Mile dan Ayşin’le tanıştırıyor. Son gün Fatih Daily Mile da herkesin hedefini sormuştu. Ben 1.59.59 yazmış ama akşamları internete giremediğimden diğerlerinin kini okumaya fırsat bulamamıştım. “Hedeflerimiz yakın beraber koşabiliriz” diyor Ayşin. Ayşin’in hedefi 1.47.00 ama kanaatkâr “1.50, 1.52 de olur” diyor. “N’aptın sen” diyorum gülerek, bu benim için imkânsız. Ayşin beni kolumdan tutup ön sıralara götürüyor. Ne Çağın ve Kutlu’yu ne de bir yerlerde arkadaşlarına takılan Ayşin’i görüyorum bir daha.

Çağın dün akşam yemekte derecesini yanlış söyleyerek ön saflarda yer tutan yarışçılara kızıyordu: “ben seni geçmeye mecbur muyum kardeşim!” İyi bir koşucu değilseniz ön sıralarda yarışa başlamanın dezavantajı, hızlı bir yarışçının yavaş koşucuların arkasında başlaması kadar büyük. Yokuş aşağı olmasının avantajıyla ortalama yarış hızımın oldukça üzerinde koşuyor olmama rağmen ilk 5 kilometrede geçtiğim her bir kişiye karşılık 8-10 kişi geçiyor beni. Bu oldukça moral bozucu. 2.km lerde Avrasya maratonunda yarışı benle koşan ama muhabbet etmekten yarışamadığımı ancak yarış sonunda fark ettiğim arkadaş geliyor yanıma. Bir yandan, antrenmanlarıma ve 15K yarış hızıma bakarak bunun neredeyse imkansız olduğunu bilsem de, bir saniye farkla bile olsa yarışı iki saatin altında bitirmek istiyorum, bir yandan da yaklaşık iki saat yalnız koşmak çok sıkıcı geliyor. Bu yüzden İsmail’i ilk gördüğümde tanıdık gördüğüme seviniyorum, tempom düşse de yarış boyunca beni yalnız bırakmayacağını, su istasyonlarında suyu alıp kapağını açarak işimi kolaylaştıracağını, yanımda koşarken kuvvetli esen rüzgarı keseceğini biliyorum. İsmail’in bana eşlik ettiği ilk 500mt de ki tempo düşüşü aklımı başıma getiriyor, konuşmaya son veriyorum, eski tempomu yakalıyorum ve İsmail’den, onu ancak 12.km de ki dönüşten sonra karşı şeritte görecek şekilde ayrılıyorum.

Yağmur tam da dediğim gibi biz koşmaya başlamadan yarım saat önce kesildi. Ama bir salon koşucusu olarak, antrenmanlarını sokakta yapan çoğunluğun tersine, rüzgâra hiç alışık değilim. Korunmak için temposu iyi, iri bir kadının arkasına geçiyorum. Rahatsız oluyor, yokuş çıkarken geçmem için yavaşlıyor ama aldırmıyorum, ben de yavaşlıyorum. Su istasyonunda duruyor, duramayacağım için bu sefer geçmek zorunda kalıyorum. Benden kurtulduğuna emin olduğunda kaybettiği süreyi telafi edecek, 500mt sonra yine önümde göreceğim.

Ortalama 5.25 pace le koşan iki erkeğin arkasına takılıyorum. Bir kadın yerine iki erkeğin rüzgârımı kesme oranı daha fazla. 5. km den sonra beni geçenler çok azaldı ve neredeyse geçtiklerimle eşit sayıda. Tempolar oturdu, 7-8. km lerde insanlar arasında ki mesafe iyice açıldığından, önümde ki ikiliyi ter kokularını duyacak kadar yakın takibe almış olmam onlarda huzursuzluk yaratıyor. Rüzgar deniz tarafından savurmaya başlayınca sollarına geçiyorum, solda ki dönüp 40cm uzağında ki bana bakıyor ama tempoyu arttırıp beni savuşturma şansları olmadığını ikimiz de biliyoruz. Sadece açık açık “düş yakamızdan” diyebilir, onu da önlemek için dönüp gülümsüyorum. Rüzgar arkadan esmeye başlayıncaya kadar beraberiz.
12. km de, döner dönmez onlardan ayrılıyorum, denize dik koşmamız gereken iki kısa rota dışında artık rüzgâr hep arkadan gelecek. Bunlardan ikincisini koşarken rüzgar o kadar kuvvetli ki yokuş aşağı olması bile tempomun düşmesine engel olmuyor. Rahat koşuyor gibi görünen bir kadın geçiyor beni, hemen arkasında seyredeceğim ama orayı başka bir adam kapmış görünüyor. Ben de onun arkasına geçiyorum. Ambulansın peşine takılan uyanık araç şoförleri gibi üçümüz arka arkaya iniyoruz yokuşu. Karşı şeritten gelen insanların nereye baktığını merak edip arkama dönünce sadece üç kişi olmadığımızı görüyorum. Tempomu kaybetmemek için halimize gülemiyorum bile.

13.km yi geride bıraktığımda enerjimin giderek düştüğünü hissediyorum. Su istasyonlarında verdikleri powerade lerden mucize beklememek lazım. Kana kana da su içemiyorum ki! Avrasyada çok yavaşlamıştım su içerken o yüzden bu sefer ağzımı bulmak için zorlamıyorum kendimi. Dökmeden kibar kibar su içmeye çalışmak yarış sırasında çok vakit kaybettiriyor. Taytın cebine Umut’un dün akşam verdiği enerji jelini koymuştum ama Kutlu “dikkat et” demişti sabah, “alışık olmadığın bir tat sonuçta, miden de bulanabilir” Koşu sırasında ve öncesinde yemek yemeye alışık olmadığımdan şekerli powerade ler yeteri kadar midemi bulandırdı zaten.

İki tane 20km nin üzerinde antrenmanım var, ikisinde de 15.kmden sonra pace im 6,30lara düşüyor ve ne yaparsam yapayım hızlanamıyorum. 13.km ye 70 dakikada geldim. Bu, yarışı 2 saatin altında bitirebilmem için kalan 8km yi 6.00 pace in altında koşmam gerektiği anlamına geliyor. 13.km de hala umduğum gibi arkamdan esen kuvvetli bir rüzgâr yok, yandan esiyor. Her türlü riski göze alarak çaresiz açıyorum jeli, midem bundan daha fazla bulanabilir mi? Kahve tadı bekliyorum ama kola özütü var daha çok. Benim için bile çok tatlı. Tahammül edebildiğim kadar çoğunu içip kalanını atıyorum. Keskin tadı azaltmak ve metabolizmayı çabuk çalıştırmasını sağlamak için suyla birlikte içmem gerektiğini ve dahası Umut’un onu bana yarışta kullanmam için değil antremanda denemem için verdiğini yarış bittiğinde öğreniyorum ancak.

15.kmlerde ben çok iyi bir tempoyla koşuyor olduğumu sanırken sapır sapır geçmeye başlıyorlar beni. 20km nin üzerinde antrenmanım o kadar az ki, tempomu arttırırsam ileri ki mesafelerde vücudumun nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Onun yerine her yarışta olduğu gibi koşu hayatımla ilgili kararlar alıyorum: “maraton falan koşmam ben, bu bile çok zormuş”. Bir ara beyaz bir araba hemen önümde yolu dikine kesmek için burnunu çıkarıyor. Polis ben geçerken dur işareti yapıyor arabaya, ben geçer geçmez elini aheste aheste sallıyor geç mahiyetinde. Daha çabuk sallaması gerekmez mi? Arkamdan gelenleri ezecek araba. Aman tanrım! Arkamdan gelen yok mu? SON MUYUM???? Hafifçe dönüp omuzumun üzerinden bakıyorum arkaya, görebildiğim kadarıyla kimsecikler yok. İçim burkuluyor önce, bir durma hali geliyor üzerime, sonra toparlanıyorum “amma fark atmışım arkamdakilere!!!!”

16. km den sonra son 1 km yi saymaya gerek yok, o zaten kendiliğinden biter diye düşünerek hesap yapıyordum. Gerek varmış, uzun mesafe koşarken sports da son 125 mt ler nasıl bitmiyorsa burada da o son 1 kilometre bitmiyor. Atatürk stadına çok yakınım ama yarış nerede bitecek bilmiyorum. Arkamda koşan bir adam stadda tur atmayacağız bu sefer diyor. Bende gayrı ihtiyari stad kapısından girince en fazla 50mt daha koşarız diye düşünüp hızımı ona göre ayarlıyorum. Bu, Fatih’le Noyan’ın ortalama maraton pace i ama bana 400mt yetiyor. Kapıya geldiğimde 200mt uzağımda, alkışlayan halkın arasında hala koşan kafalar olduğunu görüyorum. Biri arkamdan çekiyormuş gibi bir daha hızlanmamak üzere yavaşlıyorum, gitmiyor ayaklarım, hani burada bitecekti? 116. dakikada bitiyor yarış.

Su almak için sıraya girdiğimde kenarda oturan Fatihi görüyorum, kısa bir süre önce gelmiş. Yorgun haline gıpta ile bakıyorum. Ben de kendimden böyle ağrılı ve tükenmiş bir final bekliyordum bu yarışta ama atıştırmaya başlayan yağmurun altında pansiyona koşarak gidecek kadar enerjim var hala. Sokağın köşesinde, kafenin garsonu olduğunu tahmin ettiğim biri bana “hello” diyor. Koşmamı kesmeden gülümsüyorum selamına karşılık. Arkamdan arkadaşına “bunlarda kaybedenler” dediğini duyuyorum. Gülümsemem daha çok yayılıyor.

Akşam DM cilerle biraları tokuşturuken 15.kilometrede koşmaktan vazgeçtiğim maraton için Ekimde Atina’ya gitmeye karar veriyorum.

Runtalya için Antalya

Bizi Cumartesi sabah Antalya’ya götürecek olan sunexpress in10.15 uçağı bir gün önce gelen telefon mesajı ile 6.00ya alınıyor. Havaalanı için her saat başı Mavişehirden kalkan otobüs, nasıl bir şanstır ki bizim uçak saatine denk gelen saati atlıyor. Bir sonra ki 5.20de olduğundan, 3.20 otobüsüne binip uçak saatinden 2 saat önce alanda olacağım.

Cuma akşamı arkadaşım arıyor, “ben seni saat 4.00de evinden alırım, arabayla bırakırım”. Önce tamam diyorum ama akşam saatlerinde bir telaş düşüyor içime: Ya kalkamazsa? Ya sabah ona ulaşamazsam, telefonu kapalı olursa? Onun gelemeyeceğini anladığımda uçağı yakalamak için çok geç kalmış olacağım. Arıyorum, telefon açılmayınca “beni alma, ben giderim otobüsle” diye mesaj atıyorum. Zaten hepi topu 3 saat uyuyacağım, gece gelen telefonla uykum bölünmesin diye telefonu kapatıp yatıyorum. Mesajı görünce beni arayacaktır mutlaka, telefon kapalı olunca sabahın o saatinde riske girmez ve gelmez diye düşünüyorum.

İnternette, Ege Parkın yanından kalkan otobüsler artık Mavişehir aktarma merkezinden kalkıyor yazıyor. Mavişehir’deki eski ilk durağına ancak 10 dakikada varır hesabıyla çıkıyorum evden. Yine de 3.20de orda oluyorum. Durakta bekleyen bir kadın hemen yanıma geliyor “Bu giden 200 müydü?” “Görmedim ama 200 olamaz herhalde, bu saatte aktarma merkezinden kalkması gerekiyor, buraya gelmesi 10 dakika alır” diyorum.
Buradan başka otobüs geçmediği ve gidenin 200 olduğu konusunda hemfikir oluyoruz. 40 dakika sonra kalkacak olan havaşı beklemeye başlıyoruz çaresizce. Ben fazla beklemiyorum, 5 dakika sonra arkadaşım durağın önünde beliriyor arabasıyla. Gecenin bir vakti yataktan çıkmasına engel olacak rahatlatıcı mesajıma rağmen, geldiğinde beni orda bulamama ihtimaline rağmen, karşısında ki insanın işini kolaylaştırmaktan başka hiç bir çıkar gözetmeksizin yapılan böyle bir özveriyi beklemiyordum.

Hava alanında Daily Mile dan Umut’la buluşuyorum. İlk kez yüz yüze geleceğim için her ihtimale karşı yanıma kitap almıştım, Nortshields de buluştuğumuzda gözüm oturduğu masanın üzerinde ki kitaba ilişiyor. O da benim gibi düşünmüş olmalı ama gerek kalmıyor. O kitaplar Antalya’da diğer arkadaşlarla buluşacağımız saate kadar hiç açılmıyor. Birbirini hiç tanımayan, aynı heyecanı paylaşmaktan başka hiç bir ortak yönü olmayan iki insanın 5 saat boyunca hiç susmadan konuşabilmesi ve konuşulanı sıkılmadan dinleyebilmesi mucizesine birlikte tanık oluyoruz. Antalya’ya varınca nasıl buluşacağımızı sormak için Çağın’ı arıyor Umut, “Biri daha var” diyor Çağın “Onu da bulun, birlikte gelin”. “Kimmiş?” diyorum, “Kutlu diye biri” diyor, çöküyorum. Hani bir sürü insan buluşacaktık, tanışacaktık, çok eğlenecektik?? Nerden çıktı şimdi bu? DM ci bile değil o! Mutluluğuma düşen gölge, otobüs kalkıncaya kadar Kutlu’yla karşılaşmayınca dağılıyor.

Merkezde kahvaltı edip, diğer arkadaşlarla buluşmak üzere, benim kalacağım pansiyona gidiyoruz. Pansiyon 3 dakika uzaklıkta ama Umut’ta GPS bende google map ten çıktı aldığım haritayla onu bulmamız neredeyse 30 dakikamızı alıyor. Umut telaşsız biri, halimiz ikimizi de eğlendiriyor.

Yeniden yiyoruz, içiyoruz ve kayıt alanına gitmek üzere 6 kişi tramvaya biniyoruz. Yolda fotoğraflarından tanıdığımız başka Daily Mile cılarla karşılaşıyoruz. Kayıt alanında makarna partisi var, saat 9.30da kahvaltıdan kalkan insanlar saat 11.30da tabak tabak makarna yiyor. Bu kadar çok yemek yiyen insan nasıl bir araya geldi anlamıyorum zira bu yeme serüveni gece yatağa girinceye kadar kesintisiz sürecek: Akşam yemeğinden kalkıp “yengen” yemek üzere büfeye gidiyoruz. Büfe kapalı, karşıda ki pastaneye oturuyoruz. Yan masamızda çantasından yarış için geldiğini anladığımız uzak doğulu arkadaşın önünde bir porsiyon baklava ve büyük bir dilim bol kremalı pasta var. Resmini çekiyor, bir çatal alıyor, tekrar resmini çekiyor ve hepsini yiyor. O da mı akşam yemeğinden kalkıp geldi bilmiyorum ama seyrederken bizim durumumuzun normal olduğuna karar veriyorum.