21 Mart 2013 Perşembe

İzmir Duatlonu’na Hazırlık

17 Mart tarihinde gerçekleşecek olan İzmir Duatlonu’ndan haberim 9 Martta oluyor. Tabi ki ilk tepkim “aa çok az kalmış, katılamam” oluyor. Bütün bir günü bunu düşünerek geçirdikten sonra, kendimi yarışa katılmaya ikna ediyorum: rezil olacaksam bu bulunmaz bir fırsat. O yarışa katılacak herkes arkadaşım ve benim uçamadığımı zaten biliyorlar.

Yarışa son kayıt tarihi olan Çarşamba gününe kadar yetişir umudu ile Pazartesi ilk iş lisans çıkarıyorum. Aynı gün bir işim daha var: yazın mavi karga koşusuna katıldığımda kısa bir süre sohbet ettiğim Kutlu bana triatlon yarışı sırasında ayakkabı bağcığı yerine kullanabileceğim renkli lastiklerden bahsetmiş ve nerde bulabileceğimi tarif etmişti. Karşıyaka çarşısında ne kadar arasam da İngiltere'de abimin kullandığı cicili bicili renkli lastiklerden bulamıyorum. Demeye dilim varmasa da o güzelim ayakkabılarıma beyaz don lastiği geçiriyorum. Ertesi gün salonda karşılaştığım Levent her ne kadar “ayakkabılar o kadar afilili ki don lastiğinin bile havasını değiştirmiş” diye beni teselli etse de bildiğimiz don lastikli ayakkabılarım bu işe daha da amatör bir hava katıyor.


Son iki gün dinlenmem gerektiğini hesaba katarak yarışa hazırlanma için sadece 4 günüm var. İki günü brick e (bisiklet+koşu, koşu+bisiklet) iki günümü de kilitli pedalla kullanacağım bisiklet antrenmanına ayırıyorum. Salı sabahı kilitli pedalla yola ilk çıktığımda durduğum yerde bile kilide ayağımı geçiremiyorum, bunu bir ara çalışmam lazım. Arabanın geçmesini beklemek için durduğumda kilidi çıkarmakta zorlanmıyorum ama tekrar hareket ettiğimde ikinci kilide ayakkabıyı geçiremiyorum. Henüz kilitli pedalla, sadece kilide takılı ayağımı çevirmeye devam edebileceğime vakıf olmadığımdan, ikinci ayağı kilide takmayı başaramadan bisiklet yolun tam orta yerinde duruveriyor. Bunu da çalışmam lazım.


Planım Sasalı’ya kadar ısınıp, yarış alanında yüksek hızla bir ya da iki tur atmak. 1. arıtmaya gelince tek ayak pedal antrenmanı yapmaya karar veriyorum. Sol ayağım pedalda, sağ ayağım suluğun üzerinde, kendimi hilkat garibesi gibi hissederek kolay görünen ama çok rahatsız bir pozisyonda antrenmana başlıyorum. Oflaya poflaya 1km nin dolmasını beklerken garmini kontrol ediyorum. 200mt kalmış, kafamı kaldırmamla havlayarak bana doğru koşan 3 tane köpekle burun buruna geliyorum. Sağ ayağımı pedala takmak istiyorum olmuyor, dengemi kaybediyorum önce sola sonra hızla sağa köpeklerin üzerine yalpalıyor bisiklet. Köpekler kaçar sanıyorum ama kaçmıyor. Köpekler havlıyor, ben bağırıyorum. Sebebini o anda bilmiyorum ama sonradan içgüdüsel bir davranış olduğunu düşüneceğim. Vahşi hayvanların kavga etmeden önce uzun uzun bağırdıklarını ya da uluduklarını, kimin sesi daha gür çıkarsa diğerinin kavgaya yeltenmeden bölgeyi terk ettiğini öğrenmiştim. Bence benim sesim daha gür çıkıyordu ama bu köpekler ya sağır ya da şehir hayatı onlara içgüdülerini kaybettirmiş. Daha önce ortalama bir sokak köpeğin saatte 40km hızla koşabildiğini duymuştum. "Sadece 100m koşabilir o hızla" demişti biri. Bu köpekler beni saatte 34km hızla tam 1km kovalarken gözüm yerden 2 mt yüksekteki tepenin üzerinde benim 3-4mt önümde hiç havlamadan koşan 4. köpekte. Arkadakiler duruyor, 50mt sonra 4. köpek tepeden aşağı inerek ardıma düşüyor. O havlıyor ben bağırıyorum. Bu korku ve adrenalinle bile yapabildiğim max hız 34 ise bu yarıştan fazla bir beklentimin olmaması gerektiğine oracıkta karar veriyorum.


Yol boyunca iki köpeğin daha saldırısına uğradıktan sonra Sasalı yarış alanında beni görünce toplaşan köpekleri uzaktan görmemle gerisin geriye eve dönmem bir oluyor. Yarış alanında viraj çalışmayı, iki gün sonra Levent’in “ben seni korurum” güvencesiyle bu sefer çevre yolunu kullanmak suretiyle tekrar deniyorum. Yarış parkurunda sohbet ede ede ilerlerken “bu virajı hızlanıp alalım ama yan yana girmeyelim, sen öne geç” diyorum Levent’e. Levent’in 10-15mt arkasından hızlanmaya çalışırken tellerin arkasında ki boş alanda iki köpek havlayarak ileride bir noktaya kitlenmiş halde koşmaya başlıyor. Bir yerde bizi ayıran bu tellerin biteceğinden kuşkum yok. 5,5km lik parkurda Levent’in arkasında kaldığım tek 100mt burası ve köpekler bana virajın hemen bitiminde saldırıyor ve ben pes ediyorum. Köpeklere yem olacağıma, yarış sırasında risk almadan burayı yavaş geçmeyi tercih ediyorum.


Saldırı noktasının 200mt ilerisinde pedala ayağımı geçirip çıkarma üzerinde çalışırken Levent "ben virajı tekrar döneceğim" diyor. Köpek korkusuyla "ben seni burada bekliyim" diyor, kilidi unutup bekleme moduna geçiyor ve yere yapışıyorum. Yarış alanını dizimde kan, popomda kocaman bir çürükle terk ediyorum.

Bütün bu basiretsizliklerin sonucunda yarışa iki gün kala hala ayağımı kilide geçiremiyor, çıkaramıyor, 20km/sa hızın üzerindeysem virajı alamıyor, 5km/sa ile bile U dönüşü yapamıyor, 80cm aralıklı bariyerlerin arasından soğuk terler dökmeden geçemiyor, ayağımda kilitli ayakkabılar varken dengem bozulmadan bisikletten inemiyor ve hala yarışa kilitli pedal ayakkabısıyla mı yoksa koşu ayakkabısıyla mı katılacağımı bilmiyorum.

20 Mart 2013 Çarşamba

Uzun Koşulara Veda ve Triatlon

Avrasya Maratonu hezimetinin ardından her ne kadar programa tam anlamıyla uyarak bir maraton tamamlama kararı almışsam da hemen ardından gittiğim İngiltere’de 2 ay süresince uzun koşu antrenmanlarını düzenli olarak yapmak mümkün olmayınca hedefimi triatlona çeviriyorum.

Kendimi bildim bileli triatlona katılmak istemişimdir. Yarış zamanı gelip çattığında her seferinde bu işi kıvıramayacağımı düşünerek vazgeçtiğimden 4 yıldır herhangi bir Triatlon yarışında boy gösterme şansım olmuyor. Benim korkum yarışı bitirememek değil, biter, ondan eminim. Sonuncu gelmek de değil çünkü ilk katıldığım yarışta sonuncu geleceğim kuvvetle muhtemel. Beni düşündüren şu: Triatlon, koşu gibi halka açık değil. Bu işe gerçekten zaman ve emek vermiş lisanslı sporcuların katıldığı yarışlar. Bu durumda, bir, en sonuncunun ardından birkaç dakika sonra gelmek var, bir de yarış sona erdikten, yollar trafiğe açıldıktan sonra en sonuncunun 10 dakika gerisinde, seyirci yarışın çoktan bitmiş olduğunu sanarak dağılırken, hatta finish takı kaldırılırken gelmek var. İşte beni korkutan manzara bu!

Ocak ayında İngiltere’den döndüğümde, o aralar katılabileceğim bir koşu yarışı olmadığından, tarihi belirsiz bir Triatlon yarışı için hazırlanmaya başlıyorum. Dailymile a kaydettiğim antrenmanlara bakarak 5 aydır hiç yüzmediğimi görüyorum. Havuza girdimde bu rahatlıkla fark ediliyor. Tekniğimi de (vaktiyle bir tekniğim olduğunu varsayarsak) buna bağlı olarak hızımı da tamamen kaybetmişim. O kadar geriye gitmişim ki 2 aylık antrenman sonrasında bile hala eski performansımı yakalayamıyorum. Oysa her zaman suda avantajlı olduğumu düşünmüşümdür. Artık düşünmüyorum!

Koşuya aşina olduğumdan antrenmanlarda zorlanmıyorum ama bisiklet konusunda sıkıntılar devam ediyor. İlk kez yol bisikletini kilitli pedalla denediğimde durduğum yerde düşüp el bileğimi çatlatmış, Ağustos ayında ki Çeşme triatlonuna da bu sebeple katılamamıştım. Gidonda ve arka aktarıcıda meydana gelen hasarı düzeltmesi için gittiğim Kessbike da Serkan’ın tavsiyesi üzerine kilitli pedalı tamamen bırakıp alışıncaya kadar yol bisikletine normal ayakkabı ile binme kararı almıştım. O gün bugündür bir daha kilitli ayakkabıyı elime almıyorum.

Aradan 6 ay geçmiş olmasına rağmen kilitli pedal beni hala korkutuyor. Kalp atışlarımın yükselmesi için herhangi riskli bir durumla karşılaşmam gerekmiyor, ayaklarımı kilide geçirmem yetiyor. Dar açı dönüşlerde, hızlı girdiğim sert virajlarda panik atak geçiriyorum, U dönüşlerinde oldum olası kötüyümdür, kilitli pedalla geniş açılı U dönüşlerini bile başaramıyorum, kilide ayağımı geçiremiyorum ve tabi ki söylemeye gerek yok çıkaramıyorum da...

İşte ben bu halde 1 hafta sonraki İzmir Duatlonu’na katılmaya karar veriyorum.

14 Mart 2013 Perşembe

2012 Avrasya Maratonu

Allahım, nasıl bir kabustu o? Tüm antrenmanlar dahil hayatımın en berbat koşusu. Bunu hazmetmek ve yazıya dökebilmek o yüzden 4,5 ayımı alıyor.

Evet, maraton koşmak meşakkatli bir iş, takdire şayan bir iş. Bu yüzden bu işe karar veren, emek veren herkesi -kendim dahil- yürekten kutluyorum. Hatta sadece maratonu koşup bitirenleri değil, maratonu koşabilmek için ızdırapla geçen 4 ayı atlatabilen herkesi kucaklıyor ve öpüyorum.

İlk maratonumu Mart 2012de Antalya’da koşuyorum, o kadar rahat koşuyorum ki, az daha çalışsam harikalar yaratırım sanıyorum. Bir kere insan bir kez maraton koşunca, üzerine gereksiz ve hiç de hak etmediği bir güven geliyor. 10km yi hazırlanmadan da koşarım, üstüne bi de PB (personal best) yaparım falan oluyor. Temmuz ayında British 10k London Run da gördük PB yi! Ama uslanmadık tabi. Avrasya da maraton koşmaya karar verdiğimde, yarışa sadece 13 hafta olmasına ve Mart ayındaki maraton yarışından beri uzun koşu yapmamış olmama rağmen daha önce bir maraton koşmuş olmama güveniyorum sadece. İşte insanın başına iş açan o güven, bu güven.

13 hafta sürmesi gereken yarış programının 5. haftada aniden kesilmesi ile antrenmanlar da düzensiz bir hal alıyor. İnterval ve tempo koşularından tamamen vazgeçiyorum, yarışa kadar 7 tane olmasını planladığım 30k ve üzeri uzun koşulardan sadece 2 tanesini yapabiliyorum ama hala hedefimden şaşmış değilim. Ne de olsa vaktiyle bir 42k koşmuşluğum var! Dahası yarışa 2 hafta kala antrenmanlara tamamen son veriyor, 1 hafta kala karbonhidrat yüklemesine başlamayı unutuyorum. Taper döneminde kilo almayı beklerken 2 kg verdiğimi görünce bir yerlerde yanlış yaptığımı ilk kez fark ediyorum, hedefimle ilgili kuşkular da böylece başlıyor.

Nihayetinde yarış günü maratonu 4 saatin altında bitirecek bir program izlemediğime kendimi ikna edip, yarışı zorlanmayacak bir pace le bitirmeye karar veriyorum. Aksilikler burada bitmiyor: yanımda sadece 2 tane enerji tableti var. Geriye kalanını istasyonlardan alırım diye düşünüyorum. Ne var ki Avrasya maratonunda, Runtalya’da olduğu gibi powerade ler, portakallar, muzlar yok. İstasyonlarda sadece su var. Karbonhidrat yüklemesi yapmadığım için daha 18.km ye gelmeden acıkıyorum. İlk tablet bozuk çıkıyor, suda erimiyor. Su şişesiyle birilikte atıyorum, ikincisini denemiyorum bile. 42km boyunca su dışında hiçbir destek alamıyorum. Yarış öncesi karbonhidratla beraber yeterli sıvı da tüketmediğimden yarış sırasında suya doymuyorum. Koşarken damla damla içebildiğim su yetmiyor. Sık sık, kana kana su içmek için durmayı düşünmekten koşuya konsantre olmakta zorlanıyorum.

21km ortalamam Runtalya ortalamamla aynı olmasına rağmen yapmadığım interval ve tempoların acısı burada çıkıyor. Kelimenin tam anlamıyla pilim bitiyor, duvar dedikleri bu olsa gerek! Yolun karşısında 28.kmde geri dönüp finishe koşanları ve onların sadece birkaç yudum içerek yere attıkları dolu powerade şişelerini yutkunarak izliyorum. İzliyor ve bir yandan da homurdanıyorum: bu iş yavaş koşucuların işi değil. 3.5 saatin altında koşabileceksen koşacaksın yoksa hiç girmeyeceksin bu işlere. Nene gerek senin maraton? Koş yarı maratonunu paşalar gibi…

Asıl facia 28.kmde döner dönmez kafadan esen rüzgarın şiddetini fark edince başlıyor. Ne yaparsam yapayım pace imi koruyamıyorum. Giderek daha da yavaşlayarak aç, susuz, yorgun finish e doğru sürünüyorum. Yorgunluk sadece bedenimi değil, ruhumu da uyuşturuyor. 40km tabelasını gördüğüme sevinemiyorum bile, 2 km 2 gün gibi geliyor.

Tarifsiz acılar içinde vardığım finish çizgisinden 500mt ötedeki otele gitmek 20 dakikamı alıyor. Ancak uçağa bininceye kadar sürecek olan koşu hayatımı bitirime kararımı da o 20 dakikada alıyorum.