28 Haziran 2011 Salı

Karar vermek, Krizi görmek, Planı değiştir(me)mek

Programda Urla Demircili koyu var, meteoroloji Pazar ve pazartesi günlerinde görülecek yağışlar ve fırtına için Marmara ve Karadeniz bölgesinde yaşayan halkı 1 haftadır uyarıyor. Orda yaşanan hava durumu Ege bölgesinde kendini fırtına ve 10 derecelik ısı düşüşü olarak gösterecek. Bir gün önce Gülsün Hanım “Urla’da denize girecek misin?” diye soruyor. “Hava kapalı olacakmış, çok da rüzgâr olursa girmem herhalde” diyorum. Ahmet sohbetimize dalıyor “nerden soğuk olacakmış havaya baksana” Yarın 10 derece düşecek, 25 olacakmış diyorum. Klasik bir “sen her duyduğuna inanır mısın?” muhabbeti başlıyor. Peki, her duyduğumuza inanmayalım, kendi tahminimizi işimize geldiği gibi kendimiz yapalım, daha gerçekçi(!) olur. Ahmet duruma açıklık getiriyor “Bugünü 35 veriyordu, ben bisiklete binerken baktım 42 gösteriyordu”. “meteoroloji hava sıcaklığını gölgede verir” diyorum. “Siz güneşin altında ölçtünüz” “E tamam” diyor “yarın da 25 değil 35 olacak demek ki” diyor. Anlamıyor. O anlamayınca tane tane anlatıyorum, “Ahmet Bey meteorolojinin verdiği değerler gölgedeki sıcaklıktır. Yarın hava kapalı olacak, yani 25 derecenin 35 derece hissedilmesini sağlayacak bir güneş olmayacak. Zaten söylendiği gibi kuvvetli rüzgar ya da fırtına beklentisi varsa muhtemelen hissedilen sıcaklık daha da düşük olacaktır”. Anladığını sanmıyorum, daha fazla vakit kaybetmeye gerek yok.

Pazar sabahı Bornova’da yağmur yağıyor, Konak’ta çiseliyor, hava serin ama bisiklet için bu tercih edilir bir durum. Güzelbahçe’de ki kahveye vardığımızda Bülent arıyor bizi, Özbek’teymiş, Urla uçuyor diyor. Şimdiden rüzgâr kuvvetli ama arkadan esiyor. Kimse önemsemiyor ama Günay abi dertli dertli havaya bakıyor. Dönüş yolunda bizi epey zorlayacak. Kahvaltı ederken Alper’in yanında oturuyorum. “Gitmeyiz belki Urla’ya” diyorum “Neden?” diyor Alper. “Günay abi rüzgar yüzünden değiştirir belki programı” diyorum. “yoo” diyor “program niye değişsin ki?” Alper başkan, Ege Pedalda demokrasiyle yönetilen bir oluşum olmadığından, onun dediği olur.

Urla yolunda karşı şeritte asfalt döküm çalışması olduğundan gidiş yolunu ikiye bölmüşler. Arabaların bizi sollayabilmesi için karşı şeride geçmesi gerekiyor. Trafiğin az olması sorun yaşamamızı engelliyor. Arkadan esen rüzgarla saatte 40-45 ortalama ile gidiyoruz, peşimizde konvoy olan araçlara fazla eziyet etmiyoruz.

Demircili sapağına gelmeden benzin istasyonunda duruyoruz. İki dakika diyorlar ama süre uzuyor, canım sıkılıyor, bisikletle benzincinin içinde tur atmaya başlıyorum. Bir ara uzakta ki görevlinin telaşlı telaşlı eliyle koluyla bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyorum, dönüp bakınca Gamzeyi benzin istasyonunun orta yerinde elinde sigara ile görüyorum. “Tamam, söndürüyorum” deyip markete doğru yürüyor. Çöp aradığını düşünüyorum ama ikinci turda Gamze’yi, yanan sigarasını marketin önünde ki kaldırıma yerleştirmeye çalışırken görüyorum. “Gamze, benzin istasyonunun orta yerinde hem de bu rüzgârda yanan sigara başıboş bırakılır mı? Uçacak şimdi” diyorum. O sırada sigara uçuyor. Gamze sigaranın peşinden uçuyor, bulamıyor, nereye uçtu diye bakınıyor, etrafa soruyor, bütün istasyon hop oturup hop kalkıyor. 15-20 sn sonra Gamze sigarasını buluyor. Bir tur daha atarken az önce eliyle koluyla sigarayı söndür diyen adamı yüzünde bir dehşet ifadesi ile zıplar görüyorum. Yine arkamı dönüyorum, Gamze petrol tankerinin gölgesinde sigarasına devam ediyor. “Gamze havaya uçuracaksın bizi çekil o tankerin yanından” diye sesleniyorum. Adamın el kol işaretlerinden kendisine sigara içmesi için yer gösterdiğini zanneden Gamze “E, ben bu sigarayı nerde içeceğim” diye sitem ediyor.

Filme çekilip televizyonda sigara karşıtı reklam kampanyası olarak kullanılmalı. Zira nikotin krizi akıllı bir kadını bu hale getebiliyorsa, IQ su 100ün altında ortalama bir insanda sebep olacağı tahribatı tasavvur edemiyorum.

İstasyonu sapasağlam yerinde bırakıp Demirciliye varıyoruz. Alper yanımızda ki piknik masalarından günlük kira alındığını söyleyerek koyda ki işletme hakkında bilgi veriyor. Takılıyorum: “Hani bedava yaşıyorduk? Hava bedava, bulut bedavaydı?” Gamze hala benzin istasyonda ki intikamını alma peşinde olmalı ki saldırıyor:
      Kimden duydun sen onu?
      Orhan Veli

Gülümsüyorum, anlaşılır kılmak için aynı dizeleri bu sefer Özdemir Erdoğan’ın bestesi ile söylüyorum:
    Dere tepe bedava
    Yağmur, çamur bedava
    Otomobillerin dışı,
    Sinemaların kapısı,
    Peynir ekmek değil ama
    Acı su bedava

Gamze, Orhan Veliyi gazeteci, şiiri de gazete manşeti sanmış olmalı ki cevap tez ve bir o kadar da sert geliyor:
    -  Sen her duyduğuna inanma!

Bilge insan konuştuktan sonra bana sadece susmak kalıyor.

Dönüş yolu tahmin ettiğimiz kadar zorlu. Diğerleri çok yavaş kalınca 4 kişi gruptan ayrılıyoruz. Önden esen kuvvetli rüzgârı ve 16km boyunca ardı ardına rampa çıkacağımızı bildiğimden sırayla draft yapacağımızı düşünüyorum ama ilk 500m de bizim 4lüde takım ruhundan eser olmadığı ortaya çıkıyor. Genç bir arkadaş hırslarına yenilerek basıyor, kısa sürede kesiliyor, Ahmet aşık atmak için arkasından gidiyor ama yetişemiyor. Böylece 4 kişi kimsenin kimseye hayrı dokunmayacak şekilde aynı hızla ama 50şer metre arayla yol alıyoruz. Lance Armstrong Fransa turunda Alpleri 40km ortalama ile çıkıyor, biz Demircili rampalarını 15 ortalama ile... 16km yi kat edip Urla yoluna çıkmamız molalarla birlikte 2 saatimizi alıyor, ilk benzincide Gamze ve Alper “arkadan geliriz, beklemeyin” diye haber gönderiyor.

Yolun bundan sonrasını Günay abiye draft yaparak geçiyorum. Hayat bana kolay. 10 km sonra ilk benzincide durduğumuzda Günay abi çok üzgün. “çok yanlış yaptık arkadaşlar, ilk oturduğumuz kahvede rüzgârın durumu belli, yol çalışması var, bu tur iptal demem gerekiyordu” diye söyleniyor. Sorumluluğu üstlenmesin diye o kahvede Alperle konuştuğumu, tur iptal olmaz dediğini anlatıyorum. Bir gün önce “rüzgâr falan olmaz, meteoroloji yanlış bilgi veriyor” diyen arkadaşımız yorgunluktan en düşük vitesle pedal bastığını söylüyor. “ben Günay abinin arkasında gayet rahatım” diyorum. “Uyanık seni” diye cevap geliyor. Allah herkese kafa vermiş güzelim, ama dolu ama boş! Takım ruhu olmamasına şaşmamalı, dayanışma bizde düzenbazlık olarak anlaşılıyor demek ki.

Yola koyulduğumuzda, draft yapıyorum diye beni küçümseyen herkesi birinin tekerine yapışmış görüyorum, takım ruhu oluştu sonunda.

Güzelbahçe’yi geçtikten sonra rüzgârı daha az almaya başlıyoruz. Artık bisikletler savrulmuyor, hızımız ortalama 25 km/sa lere kadar çıkıyor. Genç arkadaşımız 21.00 feribotunu yakalayabilmek umudu ile basıyor, Ahmet peşinden gidince 10km boyunca ben tek kalıyorum. Yolun bundan sonrasında düğün salonları, mutlu insanlar, erken sarhoş olmuş düğün sahipleri, yolun orta yerinde kırılan bira şişeleri, salonda yeterli eğlenceyi bulamayıp yol kenarında tezahürat yapmayı tercih etmiş gençler, geri geri giderken yanlışlıkla şerit değiştiren araba, arabadan kaçarken üzerime süren diğer araba, arada yusuf yusuf ben… Feribot iskelesini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Helvacı Köyü

Ege Pedalla buluşmak üzere sabah 9.30da çıkıyorum dışarı. Apartmanın önünde daha önce görmediğim biri bisikletini hazırlıyor. Kendi bisikletimi onunkinin yanına koyup kask ve eldivenlerimi giymeye başlıyorum. 20cm mesafe ile bisikletlerin tepesinde hazırlanan iki insanın diğeri yokmuş gibi davranması tuhaf geliyor, kendimi zorlayarak konuşmayı başlatıyorum. Hafta sonları tek başına çıkıp Kaklıç’a gidiyormuş. Bizle gelebileceğini söylüyorum. Ortalama hızımızı, süremizi ve mesafemizi öğrendikten sonra bize katılmaya karar veriyor. Adı Ozan.   

Koçtaş’ın önünde bizimkilerle buluştuktan sonra ben bizimkilerle sohbete dalıyorum, Ozanla ilgilenemiyorum. Ara yollardan Çanakkale yoluna çıktığımızda Ozanı önlerde görüyorum, rahatlıyourm demek sorun yok. Bir ara arkadan biri Günay abiye yavaşlaması için sesleniyor, birileri arkada kalmış. Kim olduğunu anlamıyoruz. Ulukent’te kahvaltı için durduğumuz kahvede Ozan’ı göremiyorum. En öne geçtiğini ve duracağımızı bilmediği için kahveyi geçtiğini düşünüyorum. Grupta bir gerginlik var. Tolga “niye basıyorlar bunlar abi” diye söyleniyor. Eyvahhh, korktuğum başıma mı geldi? Bunlar Ozan’a mı kızıyorlar? Basıp giden ozan mı? Ben kahvaltı edecek bir şeyler bulmaya çalışırken gerginlik büyümüş. Masaya döndüğümde Mehmet beyi fırçalarken buluyorum. Ozan fırçalanıyor sanıyorum, ayıptır diye düşünüyor, onun adına üzülüyorum. 40 yaşlarında adam, bir şirketin genel müdürü, ilk kez katıldığı bir grupta çocuk gibi fırça yemek de nesi?  Yine mi fırça deyip sırıta sırıta Celal’in yanına oturuyorum, bunun önemsenecek bir şey olmadığını anlar umudu ile. Celal bana nasıl bastığını anlatıyor. O zaman bu fırça senin için diyorum. “Yok” diyor “Anıl benden 50m öndeydi” Kimsenin üzerine alınmadığı bu pişkinliğe bayılıyorumJ Mehmet Bey beni duymuş olmalı “Nur Hanım biz az mı fırça yedik, atıcam tabi fırçamı” diyor. “Aaa Mehmet Bey haklısınız, yıllardır öfkemizi içimizde büyüttük biz. Arkada kaldıysanız önde gidene, önde gidiyorsanız en arkadakine fırça atacaksınız ki başkası fırsat bulup size saldırmasın” Zira, Ege Pedalla ilgili en büyük sıkıntı kocaman insanların, çocuklarının bile önünde azar işitmesinden kaynaklanır.

Gerginliğin Ozanla ilgisi olmadığına seviniyorken geride kalanın o olduğunu öğreniyorum. Grup onun yüzünden basamıyormuş. O da farkında olmalı ki bizimle fazla kalmıyor, 23.km de bir arkadaşı onu arabayla alıyor.

Bisikletle geçerken bizim yarıştığımızı düşünüyor çoğu kişi. Motive etmeye çalışanlar, destek olanlar ya da sadece selam verenler çok oluyor. Ana yoldan devam ederken önümde Gülsün Hanım var. Seçim otobüsünün üzerinde ki parti lideri gibi alkışlayan, el sallayan, korna çalan halkı eliyle koluyla selamlayarak ilerliyor. Karşı şeritte, kornasıyla bize eşlik eden kamyon şoförünü selamladığı kolu aşağıya henüz inmişken yan tarafta ki inşaattan ıslık, alkış ve bağrışlardan oluşan bir tezahürat yükseliyor. Kaç kişiler bilmiyorum ama çıkan ses Ali Sami Yen’i aratmıyor. Karşı kaldırımda el sallayan bit kadar çocuğu bile ayrımsayan Gülsün Hanım bu sefer duymuyor, görmüyor, minicik kalıyor. Arkasından bağırıyorum “Gülsün Hanımmmm, selamlasanıza halkı”.

Helvacı köyünün girişinde çeşme görünce bisikletleri yol kenarına bırakıp 10 dakika su doldurma molası veriyoruz. Yol çok işlek olmadığı halde bir araba korna çalıyor, niye ki diye bakıyorum. Bütün bisikletler yolun kenarında iki sıra dizili iken biri orta çizgide. “Sedona kiminse alsın bisikletini oradan, arabalar geçemiyor” diye sesleniyorum. Kimse sahip çıkmayınca Tolga alıyor bisikleti yolun orta yerinden, “kafa var bunlarda ama beyin yok içinde” diye söyleniyor bir yandan. Bu aymazlıkta bir tek kişi tanıyorum: Figen.

Yemekleri yedikten sonra karpuz alıp piknik yerinde yemeye karar veriyoruz. Işıklarda birkaç dakika bekliyoruz, bize yeşil yanınca herkes karşıya geçmek için hamle yapıyor. “hop hooopp” diyorlar arkadan, “karşıya değil, sağa döneceksiniz”. O zaman neden ışık bekledik bunca zaman? Bu daha başlangıç, sıcaktan olsa gerek biraz hasarlıyız grupça. Yolu bilenlerin tarifi ile ilerliyoruz ama kesin talimat veren yok. Yol üzerinde karşımıza çıkan insanlardan ne çeşmeyi ne de piknik alanını bilen var. Tozlu, kumlu, çakıllı, dikenli, çalılı yollarda rampa aşağı rampa yukarı yarım saatten fazladır gidip geliyoruz. Bir yol ayrımında sola dönmeye karar veriyor bilenler. Bir ev görüyoruz, bahçesinde kocaman yeşil koltuklar, yakınında da bir çeşme var. “oturalım burada” diyorum. “koltuksa koltuk, çeşmeyse çeşme, gölgeyse gölge, hepsi var”. Biz ne arandığını bilmeyenler razıyız herhangi bir gölgeye ama aradığımız piknik alanına daha önce gitmiş olanlar mutlaka bulalım orayı diyorlar. Geldiğimiz yolu geri dönüyoruz bu sefer sağ yola sapmak üzere. Celal önden gidiyor “sağa dönecektik” diyor. “E madem sağa dönecektik neden sola döndük” diyorum, "emin değildik" diyor. Şimdi emin miyiz? Zekâ ışıltıları saçarak diğer yolu deniyoruz, 100m ilerleyince yol 3e ayrılıyor. Biz, oradan mı buradan mı diye düşünürken Günay abi gidilecek yolu gösteriyor. Her yolun başında olduğu gibi  “Emin miyiz?” diye soruyorum. “tabi tabi“ diyor Günay abi “Bende saat var, gösteriyor” “???” Ağlamak istiyorum.

1.5km uzaklıkta ki piknik alanını 42 derece sıcakta 8km yol yaparak buluyoruz. Sıcaklık 35e düşüyor, serin serin esiyor, ayakkabılarını çıkaranlar ayaklarını buz gibi suya daldırıyor, tüm acılara değiyor.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Sosyalleşmek Zamanı


Temmuzun 12sinde, Kasım ayında katılacağım Atina maratonuna hazırlanmaya başlayacağım. Aradaki süreyi fırsat bilip hafta sonu bisiklet turuna katılıyorum. Bu hafta sonu hava kuvvetlerinin 100. yıl gösterileri var. Cumartesi günkü Seyrek gezisinde gösteriyi de seyredeceğimizi öğreniyorum. Bisiklet binmeye hasret kaldığımdan olacak, ayakta dikilip 3 saat gökyüzünü seyretmektense bisiklete binmeyi tercih ederdim ama ses çıkarmıyorum. Kaklıç’tan kalkarken uçakların sesleri duyuluyor ve nerden seyredebileceğimiz tartışılıyor. Anlıyorum ki günün geri kalanı ile ilgili henüz bir plan yok. Seyir yeri olarak bir dut ağacının altından bahsediliyor. Uçaklar değil ama dut fikri bana cazip geliyor, kahvaltı etmeden çıktım evden.

Seyrek’in engebeli yolarında kimse önüne bakmıyor. Kafalar havada, uçakların gösterilerini izlemeye başladılar bile. İlk kim üzerime çıkacak diye gerilmekten bıkıp en öne geçiyorum. Gündüz ofiste yalnız, akşam evde yalnız olan bana bir konuşma hali geliyor hafta sonları. Böyle kalabalık grup olunca fırsatı kaçırmıyorum. Rüzgâr önden esiyor, zorlanıyorum ama konuşmaktan da geri kalmıyorum. Anlattıkça anlatıyorum. Dilim çıkıyor yorgunluktan, nefesim kesiliyor, boğazım kuruyor ama susmuyorum. Arkadaşın giderek hızlanmasının sebebi beni susturmak mı acaba? Aldırmıyorum.

Bahsi geçen seyir yerine ilk varıyoruz. Hemen ağacın altında ki duvara çıkıp dut aramaya başlıyorum, bir tane bile yok, hepsini yemiş olmalılar. 5 dakika içinde bizimkiler birer birer geliyor. Dutu şikâyet ediyorum “hiç kalmamış ki üzerinde”, biri cevaplıyor “çünkü o incir ağacı” Bizim dut ağacını kesmişler meğer. Dut ağacını incir ağacından ayıramayan doğasever ben, süklüm püklüm duvardan inip isteksizce uçakları izleyen bizimkilere katılıyorum.

Ters uçuyor uçaklar, beşi beraber uçuyor, biri yukarı çıkıyor, diğeri aşağı iniyor... Her seferinde bizimkiler heyecanla bağırıyor “ters gidiyor abi, bak, bak, bak, ters gidiyor” Ne var ki bunda? Eğer uçağın pilotu değilsen ve o heyecanı hissetmiyorsan uçağın düz ya da ters gitmesinden bize ne? Nasıl bir haz aldıklarını anlamadan bir süre seyrediyorum, sonra “karnımız acıktı, seyrekte yemek yiyip sonra gelip seyredelim” ekibine katılıyorum, zaten dut da yiyemedik!

Yemekte bir arkadaşımla arıyor, akşamüstü saat 15.00de buluşmak üzere plan yapıyoruz. Bu beni günün kalanında uçak seyretmekten de kurtaracak. Saat 13.30da yola çıkıyoruz, ben “mola vermeden gideceğim” deyip ekipten ayrılıyorum. Bir arkadaş bana eşlik ediyor. Yetişebilmek için saate ortalama 25km hızla gitmemiz gerek. Zor değil çünkü rüzgar arkadan esiyor. Arkadaşım Kaklıç yolunda yavaşlıyor, ben yavaşlamıyorum, acelem var. 2 km kadar daha gidince “ya oradan dönecektik galiba fazla gittik” diyor. Yanlış gittiğimizi daha önce fark etmiş ama bana söylemek için susmamı beklemiş olmalı. Rüzgâr arkadan esiyor, yorulmuyorum, niye susayım ki?

Bizimkileri görüyoruz yolda, mola vermişler. Alper sesleniyor “yalnız mı gidiyorsun Nur?” Hayır diyecek oluyorum ama arkamı döndüğümde bana eşlik eden kişinin durduğunu fark ediyorum. Onu yol değil benim çenem yormuş olmalı. 1 km sonra tekrar yanımda görüyorum, kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum. Kaybettiğimiz süreyi telafi etmek için şimdi daha da hızlı gitmemiz gerekiyor. Eve vardığımda bacaklarım değil, boğazım ağrıyor.

Hafta sonu bu insanları bezdirmemek için hiç değilse hafta içi akşam antrenmanlarından vazgeçip biraz sosyalleşmeli mi?