Programda Urla Demircili koyu var, meteoroloji Pazar ve pazartesi günlerinde görülecek yağışlar ve fırtına için Marmara ve Karadeniz bölgesinde yaşayan halkı 1 haftadır uyarıyor. Orda yaşanan hava durumu Ege bölgesinde kendini fırtına ve 10 derecelik ısı düşüşü olarak gösterecek. Bir gün önce Gülsün Hanım “Urla’da denize girecek misin?” diye soruyor. “Hava kapalı olacakmış, çok da rüzgâr olursa girmem herhalde” diyorum. Ahmet sohbetimize dalıyor “nerden soğuk olacakmış havaya baksana” Yarın 10 derece düşecek, 25 olacakmış diyorum. Klasik bir “sen her duyduğuna inanır mısın?” muhabbeti başlıyor. Peki, her duyduğumuza inanmayalım, kendi tahminimizi işimize geldiği gibi kendimiz yapalım, daha gerçekçi(!) olur. Ahmet duruma açıklık getiriyor “Bugünü 35 veriyordu, ben bisiklete binerken baktım 42 gösteriyordu”. “meteoroloji hava sıcaklığını gölgede verir” diyorum. “Siz güneşin altında ölçtünüz” “E tamam” diyor “yarın da 25 değil 35 olacak demek ki” diyor. Anlamıyor. O anlamayınca tane tane anlatıyorum, “Ahmet Bey meteorolojinin verdiği değerler gölgedeki sıcaklıktır. Yarın hava kapalı olacak, yani 25 derecenin 35 derece hissedilmesini sağlayacak bir güneş olmayacak. Zaten söylendiği gibi kuvvetli rüzgar ya da fırtına beklentisi varsa muhtemelen hissedilen sıcaklık daha da düşük olacaktır”. Anladığını sanmıyorum, daha fazla vakit kaybetmeye gerek yok.
Pazar sabahı Bornova’da yağmur yağıyor, Konak’ta çiseliyor, hava serin ama bisiklet için bu tercih edilir bir durum. Güzelbahçe’de ki kahveye vardığımızda Bülent arıyor bizi, Özbek’teymiş, Urla uçuyor diyor. Şimdiden rüzgâr kuvvetli ama arkadan esiyor. Kimse önemsemiyor ama Günay abi dertli dertli havaya bakıyor. Dönüş yolunda bizi epey zorlayacak. Kahvaltı ederken Alper’in yanında oturuyorum. “Gitmeyiz belki Urla’ya” diyorum “Neden?” diyor Alper. “Günay abi rüzgar yüzünden değiştirir belki programı” diyorum. “yoo” diyor “program niye değişsin ki?” Alper başkan, Ege Pedalda demokrasiyle yönetilen bir oluşum olmadığından, onun dediği olur.
Urla yolunda karşı şeritte asfalt döküm çalışması olduğundan gidiş yolunu ikiye bölmüşler. Arabaların bizi sollayabilmesi için karşı şeride geçmesi gerekiyor. Trafiğin az olması sorun yaşamamızı engelliyor. Arkadan esen rüzgarla saatte 40-45 ortalama ile gidiyoruz, peşimizde konvoy olan araçlara fazla eziyet etmiyoruz.
Demircili sapağına gelmeden benzin istasyonunda duruyoruz. İki dakika diyorlar ama süre uzuyor, canım sıkılıyor, bisikletle benzincinin içinde tur atmaya başlıyorum. Bir ara uzakta ki görevlinin telaşlı telaşlı eliyle koluyla bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyorum, dönüp bakınca Gamzeyi benzin istasyonunun orta yerinde elinde sigara ile görüyorum. “Tamam, söndürüyorum” deyip markete doğru yürüyor. Çöp aradığını düşünüyorum ama ikinci turda Gamze’yi, yanan sigarasını marketin önünde ki kaldırıma yerleştirmeye çalışırken görüyorum. “Gamze, benzin istasyonunun orta yerinde hem de bu rüzgârda yanan sigara başıboş bırakılır mı? Uçacak şimdi” diyorum. O sırada sigara uçuyor. Gamze sigaranın peşinden uçuyor, bulamıyor, nereye uçtu diye bakınıyor, etrafa soruyor, bütün istasyon hop oturup hop kalkıyor. 15-20 sn sonra Gamze sigarasını buluyor. Bir tur daha atarken az önce eliyle koluyla sigarayı söndür diyen adamı yüzünde bir dehşet ifadesi ile zıplar görüyorum. Yine arkamı dönüyorum, Gamze petrol tankerinin gölgesinde sigarasına devam ediyor. “Gamze havaya uçuracaksın bizi çekil o tankerin yanından” diye sesleniyorum. Adamın el kol işaretlerinden kendisine sigara içmesi için yer gösterdiğini zanneden Gamze “E, ben bu sigarayı nerde içeceğim” diye sitem ediyor.
Filme çekilip televizyonda sigara karşıtı reklam kampanyası olarak kullanılmalı. Zira nikotin krizi akıllı bir kadını bu hale getebiliyorsa, IQ su 100ün altında ortalama bir insanda sebep olacağı tahribatı tasavvur edemiyorum.
Filme çekilip televizyonda sigara karşıtı reklam kampanyası olarak kullanılmalı. Zira nikotin krizi akıllı bir kadını bu hale getebiliyorsa, IQ su 100ün altında ortalama bir insanda sebep olacağı tahribatı tasavvur edemiyorum.
İstasyonu sapasağlam yerinde bırakıp Demirciliye varıyoruz. Alper yanımızda ki piknik masalarından günlük kira alındığını söyleyerek koyda ki işletme hakkında bilgi veriyor. Takılıyorum: “Hani bedava yaşıyorduk? Hava bedava, bulut bedavaydı?” Gamze hala benzin istasyonda ki intikamını alma peşinde olmalı ki saldırıyor:
— Kimden duydun sen onu?
— Orhan Veli
Gülümsüyorum, anlaşılır kılmak için aynı dizeleri bu sefer Özdemir Erdoğan’ın bestesi ile söylüyorum:
Dere tepe bedava
Yağmur, çamur bedava
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava
Dere tepe bedava
Yağmur, çamur bedava
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava
Gamze, Orhan Veliyi gazeteci, şiiri de gazete manşeti sanmış olmalı ki cevap tez ve bir o kadar da sert geliyor:
- Sen her duyduğuna inanma!
- Sen her duyduğuna inanma!
Bilge insan konuştuktan sonra bana sadece susmak kalıyor.
Dönüş yolu tahmin ettiğimiz kadar zorlu. Diğerleri çok yavaş kalınca 4 kişi gruptan ayrılıyoruz. Önden esen kuvvetli rüzgârı ve 16km boyunca ardı ardına rampa çıkacağımızı bildiğimden sırayla draft yapacağımızı düşünüyorum ama ilk 500m de bizim 4lüde takım ruhundan eser olmadığı ortaya çıkıyor. Genç bir arkadaş hırslarına yenilerek basıyor, kısa sürede kesiliyor, Ahmet aşık atmak için arkasından gidiyor ama yetişemiyor. Böylece 4 kişi kimsenin kimseye hayrı dokunmayacak şekilde aynı hızla ama 50şer metre arayla yol alıyoruz. Lance Armstrong Fransa turunda Alpleri 40km ortalama ile çıkıyor, biz Demircili rampalarını 15 ortalama ile... 16km yi kat edip Urla yoluna çıkmamız molalarla birlikte 2 saatimizi alıyor, ilk benzincide Gamze ve Alper “arkadan geliriz, beklemeyin” diye haber gönderiyor.
Yolun bundan sonrasını Günay abiye draft yaparak geçiyorum. Hayat bana kolay. 10 km sonra ilk benzincide durduğumuzda Günay abi çok üzgün. “çok yanlış yaptık arkadaşlar, ilk oturduğumuz kahvede rüzgârın durumu belli, yol çalışması var, bu tur iptal demem gerekiyordu” diye söyleniyor. Sorumluluğu üstlenmesin diye o kahvede Alperle konuştuğumu, tur iptal olmaz dediğini anlatıyorum. Bir gün önce “rüzgâr falan olmaz, meteoroloji yanlış bilgi veriyor” diyen arkadaşımız yorgunluktan en düşük vitesle pedal bastığını söylüyor. “ben Günay abinin arkasında gayet rahatım” diyorum. “Uyanık seni” diye cevap geliyor. Allah herkese kafa vermiş güzelim, ama dolu ama boş! Takım ruhu olmamasına şaşmamalı, dayanışma bizde düzenbazlık olarak anlaşılıyor demek ki.
Yola koyulduğumuzda, draft yapıyorum diye beni küçümseyen herkesi birinin tekerine yapışmış görüyorum, takım ruhu oluştu sonunda.
Güzelbahçe’yi geçtikten sonra rüzgârı daha az almaya başlıyoruz. Artık bisikletler savrulmuyor, hızımız ortalama 25 km/sa lere kadar çıkıyor. Genç arkadaşımız 21.00 feribotunu yakalayabilmek umudu ile basıyor, Ahmet peşinden gidince 10km boyunca ben tek kalıyorum. Yolun bundan sonrasında düğün salonları, mutlu insanlar, erken sarhoş olmuş düğün sahipleri, yolun orta yerinde kırılan bira şişeleri, salonda yeterli eğlenceyi bulamayıp yol kenarında tezahürat yapmayı tercih etmiş gençler, geri geri giderken yanlışlıkla şerit değiştiren araba, arabadan kaçarken üzerime süren diğer araba, arada yusuf yusuf ben… Feribot iskelesini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.