26 Ocak 2011 Çarşamba

Yüzme Öğreniyoruz

Uzun mesafe koşularından sonra ve hemen önceki günler dinlenme günüm. Haftada iki gün 1er saat yüzüyorum. 1 saat yüzmek 1 saat koşmaktan daha yorucu değil ama çok daha sıkıcı. İnsanın suratı suya gömülü olduğundan etrafta seyredecek fazla bir şey olmuyor. Neyse ki ben ona da bir çözüm buluyorum ve suyun altındaki insanların hareketlerini gözleyerek oyalanıyorum.

Yurt içi ve yurt dışı havuzlarda uzunca bir süredir yaptığım gözlemlere dayanarak yurdum insanı kadar, yüzmekle uzak yakın alakası olmamakla birlikte havuza bu kadar düşkün, yüzmekte bu kadar ısrarcı bir millet daha olmadığı kanaatine varıyorum.

Sport International’ın havuzu 4 kulvar olacakmış ama bir kulvarı dahiyane bir mimari çözümle havuzun orta yerine sokuşturulmuş jakuzi işgal ediyor. Jakuziyi rahatsız etmemek için üçüncü kulvarı da kapatmıyorlar. Bu durumda yüzenler için sadece iki kulvar kalıyor. Çarşamba, Cumartesi ve Pazar günleri boş kulvarlardan birinde çocuklara özel yüzme dersi verdiklerinden haftada üç gün sadece tek kulvarımız ve bunu paylaşan onlarca yüzücümüz(!) var.

İşte ben haftada iki gün bu tek kulvarda, çırpılan ayaklarının parmaklarını burnumun sadece 30cm ilerisinde gördüğüm yüzücüleri takip ederek antrenman yapıyorum. Yüzme tekniğimin, yüzmek adı altında su üzerinde çırpınan bu yüzme sevdalılarını "neyi yapmiyim" diye izlerken gelişmiş olabileceğine dair inancım sonsuz.

Bir süredir kulvarımı fiziği düzgün genç bir yüzücüyle paylaşıyorum. Böylesi en tercih edilir durumdur. Zira, bir akşam önce alkolü fazla kaçırmış, hafif -ya da çokça- göbekli, orta yaşlı beyler, yüzmek adı altında suya sırt üstü yatıp ilahi bir kuvvetin kendilerini hareket ettirmesini beklerler. Siz bir saatlik yüzmenizi tamamladığınızda henüz boğulmamış olanlar ancak 50mt lik turu tamamlayıp başladığı noktaya erişmiş olur. Önümde yüzen arkadaşı tam geçmek üzereyken düz bir çizgide yüzmediğini fark ediyor ve merakımdan ötürü yavaşlıyorum. Verevlemesine yüzüyor ama düz ilerliyor. Bacaklar tamamen birbirinden ayrı (scissor kick). Bacak çırpmasa daha hızlı gideceğinden eminim. Biri düz diğeri sola açı yapıyor. Kulaçları düz ama vücudu sol bacağı ile aynı açıda, sağa kayıyor. Hayret edilecek şey şu ki her kulaçta sağda ki duvara çarpmasını beklerken o tam karşıya gidebiliyor. Bunu nasıl becerdiğini anlamaya çalışmaktan vazgeçip solluyorum.

Bu durum diğer insanların yüzmelerine bakmam için beni zorluyor. Önde gelen yüzme hatalarından birinin bu bacak çırpma -ya da çırpamama- sorunu olduğunu fark ediyorum. Ya dizden kırılıyor ve tamamen suyun dışında çırpılıyor ya da bacaklar çırpma esnasında tamamen açılarak sürtünme en üst seviyeye çıkarılıyor. Vücudun rotasyonuyla birlikte, "savrulan bacaklı" yüzüş tekniğini(!) suyun içinde arkadan seyretmek bana 1970lerin merdaneli çamaşır makinelerini hatırlatıyor.

Yüzmeyi yeni baştan icat edenlerin bu ve benzeri anlamsız yüzme teknikleri çok basit birkaç yüzme kuralına değinmeyi mecbur kılıyor:

Suyun içinde nefes veriniz. Başınızı suyun içine sokar sokmaz nefes vermeye başlayın ki başınızın dışarıda olduğu süreyi sadece nefes almak için kullanabilesiniz. Kısa sürede hem nefes verip hem almaya çalıştığınızda acayip sesler çıkarıyorsunuz, bilesiniz.

Her iki taraftan da (bilateral breathing) nefes alınız. Bu doğal olarak kulaçlarınızın simetrik olmasına yardımcı olacaktır. Vücudunuzun dönme hareketi (rotation) nefes aldığınız tarafa zamanla mükemmelleşirken nefes almadığınız tarafa zayıflar. Bu durum, kolunuzu vücudunuzun orta eksenini geçecek şekilde fazlaca kıvırmanıza, buda vücut momentumunu etkileyerek yılan gibi kıvrılmanıza neden olur. Momentumun bozulması genellikle çırpma sırsında bacakların birbirinden ayrıldığı “scissor kick”le sonuçlanır. Bir anlamda “bilateral breathing” sizi verevlemesine yüzmekten kurtaracaktır.

Nefes alırken başınızı sadece çevirmeniz yeterli. Her nefes alışta kendinizi yukarı itip başı sudan çıkararak boğuluyor izlenimi yaratıyorsunuz. Yüzerken başınızın hemen yanında dalga boşluğu oluşur, ağzınız buraya denk geldiğinde havuzun tavanına bakmak zorunda kalmadan ve “dead spot” yaratmadan çok rahat nefes alabilirsiniz. İyi haber şu ki, bu şekilde suyun ağzınıza girmesini engellemek için dudaklarınızın suya yakın tarafını birleştirip alt dudağınızı annesinin ağzında ki solucanı almaya çalışan yavru kuş gibi yukarı kaydırmanız da gerekmez.

Sadece nefes alırken değil her kulaç atışınızda vücudunuzu döndürünüz. Ne kadar esnek olursanız olun düz pozisyonda kolunuzu ileri atmaya çalışmak omuzunuzda (rotator cuff muscles) gereksiz bir baskıya ve sakatlanmaya sebep olacaktır. Rotasyonsuz yüzerken sadece omuz kaslarını kullanırken, dönme hareketi sırasında omuz kaslarından çok daha güçlü olan üst ve alt sırt, kanat, göğüs ve karın kaslarınızı kullanırsınız. Doğru dönme hareketini uyguladığınızda kolunuzla daha ileri erişebilirsiniz ki bu suyu dövüyor izlenimi vermeden havuzu daha az kulaçla kat edebileceğiniz anlamına gelir.

Dönme hareketi (rotation), baş sabitken omuzlar, gövde ve kalçanın aynı anda ve aynı yöne dönmesiyle gerçekleşir. Bu, çok daha fazla itici güç oluşturmanıza yardım eder.

Suya parmak uçlarınız önce girmeli. Kulacınız suya girerken, bilek parmak uçlarından, diresek bilekten yukarıda olmalı. Suya önce avucunuzun ya da başparmağınızın girmesi omuz sakatlanmasının baş sebebidir. Suyu geriye doğru değil de aşağı doğru itmek, yani size doğru akan suyun yönünü aşağıya doğru değiştirmek, avucunuzda çok baskı yaratır. Gücünüzü sadece ileri gitmek için kullanın çünkü ister inanın ister inanmayın kendinizi yukarı doğru itmeden de su üzerinde kalabilirsiniz. Doğru yaptığınızdan emin olmak için ellerinizi yumruk yaparak yüzmeyi deneyebilirsiniz. Avuçla suya dalmak, suyla kavga eder görüntünüzün yanı sıra bileğinizin aşağı düşüp avucunuzun sizi frenlemesine sebep olur. Siz çıkan seslere istinaden güçlü ve hızlı olduğunuzu düşünürken dışarıdan görünen agresif ve acemi bir yüzücüdür.

Uzun kulaçlar duraklamaya sebep vermemeli. Daha ileriye atılmaya çalışılan kollar ve duraksamalar (dead spot) dışarıdan bakanlara yüzmekten ziyade su balesi yapıyorsunuz izlenimi veriyor. Evet, amaç mümkün olduğunca ileri uzanıp maksimum suyu geriye itmek ama abartmayalım, komik görünüyorsunuz.

Bacaklar kalçadan hareket etmeli, dizden değil. Elit yüzücüler bacaklarından gelen itici gücün %10-15 i gibi küçük bir parçasını kullanırlar. Birçok triathlet ve amatör yüzücü ayak çırpmasından güç sağlamazlar. O yüzden burada amaç itici kuvvet oluşturmaya çalışmaktan ziyade, suda kaymayı önleyecek ilave bir sürtünme kuvveti yaratmamak olmalı. Zira suyun dışında çırptığınız bacaklarla motoru suyun dışında çalışan kayıklara benziyorsunuz, gitmiyorsunuz.

14 Ocak 2011 Cuma

Uğurlar Olsun…


Akşamüstü annem arıyor. Enişten diyor, gidiyoruz diyor, hastane diyor, bilmiyorum diyor ama ben biliyorum: annem üzgün ses tonuyla aniden planladığı bir seyahatten bahsediyorsa bir yakınımızı kaybetmişizdir.

Teyzemi arıyorum, telefonu evde çalışan bayan açıyor. Bu ilk işaret. Bir şey duydum ama anlamadım diyorum. Hıı diyor.
-Eniştem silahlı saldırıya mı uğradı?
-Hıı
Durumu ciddi mi diye soracaktım ama telefonu teyzem açmadığına göre bu soruyu atlayabilirim. Dilim varmıyor direk sormaya, o söylesin diye bekliyorum ama belliki onun da dili varmıyor.
-Hastanede mi?
-Hıı
Ağızdan cımbızla laf almak bu mu? Sinirlenmeye başlıyorum. Sesim yükseliyor
-Yasemin, hayatta mı?
-Ih
Ih? Bu iş bu şekilde olmayacak. Belirsizlik öfkemin, üzüntümün önüne geçmesine sebep oluyor. Derin bir nefes alıyorum.
-Öldü mü?
-Hıı

Sonra ki 1.5 saat Adana seyahati için organize olmaya çalışıyorum. Her 5 dakikada bir arayıp yeni bir talimatla beni taciz eden anneme, daha önce haber vermediği için bağrınmak beni yavaşlatıyor.

Mümkün olan en erken saate Pegasus’tan aktarmasız uçak bileti buluyorum, uçakta pilotlar dahil herkesin uyuyor olacağını düşünerek. Gecenin bir yarısı uçağa yetişmek için kalkmak oldum olası beni germiştir. Yine geriyor. Sanki hayatımda bir kez olsun saatin çalıp da benim duymadığım, duyup da tekrar uyuya kalmışlığım varmış gibi uçağı kaçırma korkusuyla giriyorum yatağa. O yüzden alarmın ilk “tık” deyişinde heyecanla zıplıyorum yataktan o saatte neden ayakta olduğuma hala inanmayarak.

Kemeri ve çizmeleri hava alanının X-Ray cihazından geçerken çıkarmayı göze alarak giyiyorum ama pantolonumun her bir yerinde ki fermuarlar ve uçlarında sallanan kalın metal çubuklar ancak otobüsten inip de ana binaya doğru koştururken ilişiyor gözüme. Pantolon için söz veremem!  

Uçaktan inip de hava alanı binası dışına çıktığımda, alışık olduğum üzere eniştemin beni karşılamak için orada olmadığını görünce ilk kez ciddi anlamda ayıyorum. Artık kontrol edemeyeceğimi anladığım gözyaşlarımı orada serbest bırakıyorum.

Dayım önce Adana’ya otobüsle gelen anne ve babamı sonrada hava alanından beni alıyor. Ses çıkarmayacağım diye uğraşmaktan hıçkırık boğazımda düğümleniyor. Annem her "hıck" sesi duyduğunda çantasından prozac şişesini çıkarıp ısrarla burnuma dayıyor. Israrla reddediyorum. Acelemiz yok, sağ şeritte yavaş yavaş seyrediyoruz, bize kırmızı yanıyor, dayım frene basmak yerine ayağını gazdan çekmeden hafifçe öne doğru eğilip kavşağın her iki tarafını kontrol ediyor ve yoluna devam ediyor. Burada kırmızı ışık “kontrollü geç” demek. Kavşakta polisin olması da bu kuralı bozmuyor. Adana’da ki trafik kurallarının herhangi bir şehirdekinden farklı olduğunu o güne kadar fark etmemiştim. Burada her şerit çift yönlü çalışıyor. Refüjle ayrılmış yolda sizin şeridinizde bir aracın üstünüze doğru gelmesi çok olağan. Hakkınızın gasp edildiği düşüncesiyle öfkelenmiyor, üzerime araç geliyor diye paniklemiyor, onun yerine anlayışla yolundan çekiliyorsunuz.

Saat henüz çok erken ama teyzemlerin evi şimdiden kalabalık. İki hafta sonra teyzemi İzmir’de ağırlayacaktık ama biz geliyoruz onun yerine.

Hayatımızdaki herkesi sık sık görme şansımız olmuyor. Uzaklık sebebiyle yılda bir kez görebildiğimiz insanlar var. Samimiyetine inandığımız, candan saydığımız, sevinçlerini ve üzüntülerini yürekten paylaştığımız insanlar. Teyzem ve ailesi de onlardan biri.

Başsağlığı diliyorum, biraz yanında oturup mutfağa geçiyorum rahatça ağlayabilmek için. Annem sürekli baskı halinde bir şeyler yemem için, neden bilmiyorum ama poğaçalara bakmak her seferinde hıçkırmama sebep oluyor. O yüzden yemek istemiyorum, sessiz ağlamak istiyorum.

Eniştem için hem meclis üyeliğini yaptığı Büyük şehir Belediyesi hem de 1994–1999 yıllarında başkanlığını yaptığı Seyhan Belediye binası önünde tören yapılıyor defnedilmeden önce. Törenlere katılımcıların çokluğu yüzünden gecikiyoruz asıl kalabalığı Hıdırlı mezarlığında göreceğimizi bilmeden.

Daha ileride arabayı park edecek yer kalmadığını anlayınca mezarlığa yaklaştığımızı düşünerek iniyoruz arabadan. Ne kadar hızlı yürüsek de yol bitmek bilmiyor. Mezarlık yoluna sağlı sollu mandalina ve portakal bahçeleri eşlik ediyor. Annem bahçeye doğru inen adamları görünce gözünü karartıp peşlerinden gidiyor. Onu durdurup, gördüğü adamların mandalina toplamaya değil çişlerini yapmaya gittiklerini söylüyorum ama bu onu engellemiyor, çok aç olmalı.

25 dakika yürüdükten sonra dayım, bir bu kadar daha yolumuz olduğunu söylüyor. Biz devam edip etmemeyi tartışırken karşıdan gelen bir grup defin işleminin bittiğini herkesin geri dönmeye başladığını söylüyor. Çaresiz geri dönüyoruz. Hala mezarlığa ulaşmaya çalışan araçlar, mezarlıktan geri dönenlerin oluşturduğu konvoyla buluşuyor araçların sağlı sollu park ettiği daracık mezarlık yolu üzerinde. Cumhuriyet mitingi gibi ortalık, araçlardan artakalan her yer omuz omuza insan kaynıyor. Böyle bir kalabalık en son ne zaman görüldü Adana’da?


Eniştem, çocuklarının her zaman gurur duyacağı bir baba, teyzemin sevgiyle anacağı bir eş, samimi ve gerçek bir dost, başı öne eğilmemiş bir siyaset adamı olarak ayrılıyor aramızdan.

Uğurlar olsun...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Runtalya Hedefi Gözden Geçiriliyor

Kırık yüzünden tüm diğer spor aktivitelerime 3 hafta ara veriyorum. Alçı çıkar çıkmaz spor hayatıma yüzme ve koşu ile başlıyorum çünkü tenis, serbest ağırlık gibi kolumu kullanabileceğim ve trekking bisiklet gibi düşme ihtimalim olan diğer spor aktiviteleri 6 hafta daha yasak. Kolumu kırdığımda en kısa koşu mesafem 10k idi. Bu yüzden ilk birkaç antrenmanımı 3-5km ile sınırlı tutup hafta sonunda 10km nin üzerinde ki ilk uzun mesafe koşumu gerçekleştirebileceğimi umuyorum. 3 haftalık dinlenmeden sonra kısa mesafe koşular beklediğimin de üzerinde bir performansla gerçekleşiyor ancak hafta sonu yapmam gereken uzun mesafe koşusu benim için külliyen hayal kırıklığı oluyor. Rüzgarın da etkisi ile oldukça düşük bir tempoyla sadece 6km, onu da yorgunluktan söylene söylene koşabiliyorum. Oysa kolumu kırmadan önce 5km koşuları benim için göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi, koştum bile demezdim. İkinci haftada da performansımda çok değişiklik olmuyor. Kısa koşularda bile saniyeler geçmek bilmiyor. Biraz tempolu koşsam bir sonra ki koşuya kadar en az iki gün dinlenmem gerekiyor. Antrenmanlara kısa mesafelerle ve düşük tempoyla başlamama rağmen ikinci haftada bir koşucunun başına gelebilecek tüm sakatlıkları (shin splints, achilles tendonitis, diz ağrıları...) yaşıyorum. Koşabildiğim en uzun mesafe 8km, tempolu koşularda erişebildiğim en düşük pace 5.43 iken yarışa katılmaktan vazgeçmeyi bile düşünüyorum.

Bu kadar uzun süreli bir alışma süreci beklemediğim için motivasyonum ve kendime olan inancım yerle bir olmuşken, yeni yılın ikinci gününde koştuğum ilk uzun mesafe sonrası ciddi bir yorgunluk ya da ağrı hissetmiyor olmam gelecek günlere umutla bakmamı sağlıyor.

Runtalya’da yarı maratonu 2 saatin altında koşmayı hedefliyordum. Şu halime bakarak sadece sakatlanmadan, tükenmeden yarışı bitirmeyi umuyorum.