31 Aralık 2010 Cuma

Dailymile


Dailymile’dan ilk kez, bundan yaklaşık 4,5 ay önce facebookta, arkadaşlarımın duvarlarına yazılan yazıları okurken haberdar oluyorum. Üyelerinin koşu, yüzme, bisiklet ya da ağırlık çalışmalarını yüklediği bu site, bir zamanların acayip becerikli scuba dalgıcı olarak bana, dalışlarımızın derinliği ve süresinin yanı sıra, suyun sıcaklığı, giydiğimiz kıyafet ve dalış süresince gördüklerimiz gibi detayları da not edebildiğimiz dalış logbook larımızı anımsatıyor.

Garmin imin henüz olmadığı o zamanlar, tüm spor aktivitelerimi kaydedebileceğim ve hepsini günlük, haftalık ya da aylık olarak bir seferde görebileceğim bir sitenin olması beni çok heyecanlandırıyor. Bir süre için sadece Dailymile'a bir şeyler kaydedebilmek için aktivitelerimi hızlandırdığımı hatırlıyorum. Koştuğunuz ya da bisiklete bindiğiniz parkuru haritada işaretlediğinizde mesafeniz ve hızınız otomatik olarak hesaplanıyor.


Aynı Facebook ta olduğu gibi Dailymile’da da arkadaş listeniz var. Facebokta ortak paydanız olmayıp da sırf tanıdığınız için listenizde bulunan onlarca insana karşılık, Dailymile da arkadaş listeniz hiç tanışmadığınız ama en azından bir ortak yönünüzün olduğu kişilerden oluşuyor. Canınız hiç koşmak istemiyorken başkalarının aktivitelerini görüp motive olabiliyorsunuz. Onlara yorumlar gönderip, kendi yapmış olduğunuz antrenmanlar için motive edici yorumlar alabiliyorsunuz.

Herkesin Dailymile ı kullanmak için başka başka sebepleri olduğuna inanıyorum. Dailymile ı sosyal paylaşım sitesinden çok logbook olarak gören benim için yorum kısmı çok önem taşımazken, kimileri tüm hayatını bunun üzerine kurmuş görünüyor.


Dailymile’ın en çok hoşuma giden özeliklerden biri de “Challenges” kısmı. Üyelerin kurmuş olduğu gruplara katılarak hem kendinzle hem de diğer katılımcılarla tatlı bir rekabete girmeniz mümkün. İlk üye olduğumda “85 miles in October” a üye olmuştum. Bu etkinliğin motivasyonu ile Ekim ayında 202 km koşmuşum. 2011 için daha uzun süreli bir etkinliğe katılmış olduğumu ise geçen gün farkettim: “most miles in 2011” yeni yılın henüz 3. gününde ben henüz 19.km yi kaydetmişken birçokları 30.km leri geride bırakmış. Birkaç ay sonra arada ki farkın nerelere varacağını tahmin bile edemiyorum :)

14 Aralık 2010 Salı

Alçım Çıkıyor

Dokuz Eylül'ün acilinde yapılan alçıda kolumdaki acı yüzünden kolumu dik tutmakta zorlanıyorum. Her ne kadar doktorun zoru ile bağır çağır dik açı sağlansa da alçı kuruyuncaya kadar dirseğimi oynatıp oynatmadığımdan emin değilim. Alçı kuruduktan sonra uzman doktorun görmesi gerekiyor deniyor ama ilgili doktorun girmiş olduğu ameliyat uzun sürünce 3 gün sonraki kontrole güvenerek eve dönüyorum.

3 gün sonra üzerindeki beyaz önlük sebebiyle doktor olduğunu umduğum kişi kolumu ve dolayısıyla alçımı, tamamen örten poları bile çıkarttırmadan yuvarlak alçıya alalım diyerek beni karşı odaya gönderiyor. Alçım çıkarılıyor ve o halde alçı malzemesi almak üzere üst kata gönderiliyorum. Malzeme odasını bulabilmek için alçısı çıkartılmış kırık kolumla 20 dakika kadar iki kat arasında gidip gelmem gerekiyor. Geri döndüğümde alçı odası epey kalabalıklaşmış. Bakıyorlar ki bekleyen çok, önlüğü olmadığından görevini tam olarak anlayamadığım biri, üzerinde kahverengi pantolonu, ayağında terliğiyle bana bakıp “şunun kini de ben yapıverem” diyor ve uzatmam için sağ kolumu işaret ediyor. Güven verici(!) O değil sol kolum diyorum ve alçım ben kolumu nasıl uzattımsa o şekilde yapılıyor.

Acilde 3-4 hafta olarak belirlenen alçı süresi o gün 10 haftaya çıkıyor. 3 gün önce nasıl kırıldığına inanmadıysam bu seferde 10 haftalık süreye inanmıyorum.

Ailemin kolumun kırıldığından 2 gün sonra İngiltere’ye gittiğimde haberi oluyor. Bundan sonra olaylar tam tahmin ettiğim gibi gelişiyor: Annem Dokuz Eylül acilinden bütün bir gününü harcamak suretiyle filmlerin CD sini alıyor. Tanıdığı bütün ortopedistlere danışıp bununla yetinmeyince, beyin cerrahı, ürolog fark etmeksizin, bütün doktor arkadaşlarını da arayıp onların önerdiği ortopedistlerden de randevu alıyor. Benim CD İzmir’in tüm ortopedistleri arasında el el geziyor. Bu arada saçımı nasıl yıkayacağım, nasıl tarayacağım, günlük ihtiyaçlarımı nasıl karşılayacağım konusunda telefon, sms ve msn yolu ile İngiltere’ye her gün düzenli talimatlar geliyor.

Her bisikletçinin hayatı boyunca en az bir kez, havada taklalar attığı halde, sıyrık sahibi dahi olmadan atlattığı mazgal kazasından dirseğimde kırıkla çıkmamın üzerinden üç hafta geçiyor. Annemle doktora gitmeye karar veriyoruz. Yok hayır, biz değil, annem karar veriyor. Vapurda yan yana oturuyoruz:

-          Çok kurumuş dudakların bir krem sürseydin
-          Gerek yok anne
Bir kaç saniye geçiyor
-          Bir ruj falan yok muydu yanında, çok kötü görünüyor.
-          Ben ruj sürmüyorum anne, gerek yok
Bu sefer daha uzun dayanıyor, 10 saniye kadar oldu:
-          Ben sana ruj vermiştim, nerede o, yanında değil mi?
-          Yanımda değil, ofiste bıraktım ben onu
İkinci on saniye:
-          Krem bırakmıştım ben evine, onu sürseydin bari evden çıkarken
      -       Anne yeter artık.
Yine on saniye:
-          Benim yanımda ruj var vereyim sana onu sür.
-          Hayır anne gerek yok
-          Rengi açık ama bak ceketinin renginde.
Ceketim bej, insan soğuktan beyazlaşmış dudağını kamufle etmek için neden bej rengi bir ruj sürsün ki?
-          5 oldu anne, daha ne kadar devam edeceksin?
Susuyor ama sadece kısa bir süre için olduğunu ben biliyorum. Nitekim:
-          Doktora gidince ağzımız bir olsun, 3 hafta oldu de.
-          Anne zaten 3 hafta oldu, ayrıca neden ağzımız bir olsun? Sen konuşmayacaksın ki, sana soru sormayacak kimse.
Tamam diyor susuyor ama sadece saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa bir süre dayanabiliyor.
-          Onu diyelim, bunu da diyelim…
-          Anne sen bir şey demeyeceksin, kol benim, kırık benim, hatta sen odaya bile girmeyeceksin.
Oyundan dışlanan çocuklar gibi, içerliyor eminim. Beni hala 12 yaşında sanıyor olabilir mi? Kısa süreli hafızayı yitirip, çoook uzun geçmişi hatırlamak dedikleri böyle bir şey mi?

Gazi Hastanesinde yeni film çekiliyor, doktor alçımı çıkarıyor ama annemin içine bir kurt düşüyor çünkü sırada bekleyen 8 kişinin içinde benden başka bu doktorun hastası yok. Doğal olarak kendi doktorlarının daha iyi olduğunu söylüyorlar anneme. O kadar evham yapıyor ki sonunda bisiklet grubundan tanıdığım ortopedist arkadaşımı arıyorum. Beni filmlerle birlikte Tepecik Hastanesine çağırıyor.

Gider gitmez odasını bulmak için telefonla arıyorum, telefonu meşgul. Bütün hastaneyi gezdikten sonra danışmaya ortopedi polikliniğini soruyorum. Orada da yarım saat kadar telefonla arayıp ulaşamadıktan sonra yine danışmaya sorarak odasını buluyorum. Yanımda getirdiğim CD yi ortopedi polikliniğinde açamayınca beni elime Demet Hanıma yazılmış bir pusula ile röntgen bölümüne gönderiyor. Eliyle de camdan ana binayı işaret ederek "karşıda ki binaya gideceksin" diyor. Ahmet'in telefon konuşmasının bitmesini beklerken orada çok vakit geçirdim. Konuya fazlasıyla hakimim, yine de emin olmak için "ana binaya mı?" diye soruyorum, "evet" diyor. Ana binanın giriş kapısı dediği gibi tam karşıda değil. Binaya giriyorum, içinde dört dönüyorum ama Demet Hanımın kim olduğunu bilen yok. Uzun çabalar sonunda kim olduğu bulunuyor, CD açılıyor. Dr. Ahmet Kaya da oraya gelip kırığın filmini gördükten sonra kolumu tekrar muayene ediyor. Kolumu masaya koyup açmaya çalışıyorum. Dümdüz açamadığımı görünce “bak, adale sert” diyor. Havaya giriyorum, o benim biceps im diye. Ahmet, cevap vermeye tenezzül etmeden, kırık kolumu diğer kolumla karşılaştırınca sevincim uzun sürmüyor. Tamam anladık, adale sertmiş.

İşimiz bitince odasına gitmek üzere Dr. Ahmet Kaya ile beraber çıkıyoruz binadan. Benim geldiğimden tamamen farklı bir kapı ve B blok tam karşımızda!
- Aa! ne kadar yakınmış, ben diğer girişe gittim, o yüzden Demet Hanımı bulmam bu kadar uzun sürdü.
Anlayışla gülümsüyor,
- Hıı evet, hastalar salak oluyor biraz
- ?!!!!


6 Aralık 2010 Pazartesi

Bisiklet Kazası

Bayramın ilk günü hariç bütün tatili İzmir’de geçirdim. İki kere uzun mesafe koştum, yeni bir ağırlık programına başladım, bol bol yüzdüm, uzun zamandır ihmal ettiğim karın egzersizlerine tekrar başladım ve tatilin son gününü bisiklet turuna ayırdım.

Cumartesi akşam bisiklet grubuyla bayramlaşma yemeği için seyrekteyim. Görme özürlü bir müzik grubunun meydanda verdiği konser bizi, bisiklet grubunun sokak ortasında ki dans gösterisi köyün yerlisini eğlendiriyor. Gecenin sonunda herkes birbirine düşme anılarını anlatıyor. Benim pek düşme anım yok, o yüzden sessizce dinliyorum. Birinciliği ise bisikletle mazgala girip havada takla atarak sırt üstü yere düşen Gülsün hanıma veriyorum.

Herkes çok içmiş olmalı, Pazar sabahı bostanlıdan vapura binen tek bisikletçi benim. Konakta bekleyenlerin olduğunu görmek içime su serpiyor. Üçkuyular feribot iskelesine geldiğimizde her zaman kullandığımız, arabaların hızlı geçtiği, kavşaklarda ışığa riayet etmediği servis yolu yerine bahçeler arasından devam etmeye karar veriyoruz.

Çok düşük bir hızda sahilevlerinde ilerliyoruz. Öndekiler “mazgal, çapraz geçin” diye sesleniyor. Küçük mazgallar yol kenarında yola paralel şekilde diziliyor İzmir’de. İşçisinden belediye başkanına kadar baktığınızda, beyni bu mazgalları yola dik koymanın gerekliliğini kavrayacak büyüklüğe ulaşmış bir merci yok. O yüzden, son anda fark ettiği mazgala lastiği sıkışıp düşen bisikletçilerin haddi hesabı da yok. Ama narlıdere belediyesi yolu bir baştan diğer başa kaplayan ve 3mt devam eden mazgalıyla bu konuda bir ilke imza atıyor.

Sesi duyduğumda arkadan gelen araba olup olmadığını kontrol etmek için geç kaldığımı fark ediyorum. Yolun ortasına doğru gitmektense kaldırıma doğru çapraz gitmeye karar veriyorum ama kaldırımla aramda ki 50cm 3mt uzunluğunda ki mazgalı geçmeme yetmiyor. Gidonu çok hızlı bir şekilde ters yöne kırarsam hem kaldırıma çarpmaktan hem de mazgala sıkışmaktan kurtulurum sanıyorum ama yok, öyle bir şey olmuyor. Ön tekerleği seyrediyorum. Mazgala giriyor, mazgalın bittiği yere kadar sürükleniyor. Burası bisiklete temas ettiğm son nokta, bundan sonra bana eşlik etmeyecek. At tepmiş gibi öne savruluyorum. Gülsün hanımın ki gibi taklalı bir performans bekliyorum ama anlaşılan o kadar hızlı değilim. Taytım seleye takılıyor. Popomda hissettiğim soğuktan taytımın bu uçuşta benle olmayacağını fark ediyorum. Arkamda kaç kişi var? Sadece bisikletliler mi? Araba? Havadayım, taytsızım, allahım g-string, yere varmak üzereyim, düştüğümde manzara bu olmamalı!

Yere düşer düşmez sağ kalçamın üzerine dönüyorum. Önümden Tolga geçiyor, sağ kilidi çıkarırken iyi misin diye soruyor. Kitli pedala bu gün geçti, herkes ne zaman düşeceğini merak ediyor. Onun yerine ben düştüm diye düşünürken tolga henüz çıkaramadığı sol kilit yüzünden soluna devriliyor. Karşılıklı kahkaha atmaya başlıyoruz. Kalkıyorum, her zaman ki düşme acısı değişik bir şey yok. Kan sadece dirseğimde var. O yüzden tüm ilgi asfaltın derisini yüzdüğü sağ dirseğimde ama benim sol kolum acıyor. İçim çekiliyor, ayakta duramıyorum, oturmak istiyorum. Ayakta durmamı engelleyecek bir bacak ağrım olmadığını fark edince oturmak saçma görünüyor gözüme. Bisiklete binip 500mt ilerde ki kahvede mola veriyoruz. Patlak bir lastik var, kahvaltı edenler var. Ben de buz koyuyorum ağrıyan yerlere. 20 dakika sonra tekrar yola çıkıyoruz. Seviniyorum, çok açım…

Güzelbahçedeki börekçide verdiğimiz 30dakikalık molanın ardından dirseğim daha çok ağrımaya başlıyor. Urlaya giderek artan bu ağrı ile varacağım. Sağ fren zayıf, parmaklarımı oynatamadığımdan sol freni sıkamıyorum. Bisikletle birilerinin üzerine çıkmadan bitse şu işkence… Bisikletin ilk hareket anında koluma yüklenmek zorunda kaldığımdan durmak istemiyorum. Bu mümkün görünmüyor, her yokuşun tepesinde bekliyorlar. Çeşme altı girişinde yine mola… “Hadi” diyor Yusuf Bey, yerimden kalkamadığımı görünce. “Gidemiyorum ki” diyorum. “Neden, yoruldun mu?” “Hayır, düştüm!”  kimseye çarpmadan ve devrilmeden merkeze geliyoruz, 1 saat mola. Tek elle 30km bisiklet binecek kadar iyi miydim ben?

Arkadaşım arıyor, düştüğümü söylüyorum. Geleyim diyor. İçime sinmiyor arabayla dönmek, yine de tamam diyorum. Yol kenarında ki kamyonda lokma dağıtıyorlar, yanımızda şambalici. Arkadaşım gelince balık yemeye gideriz diye plan yapıyorum. 1 saat önce börek yememiş miydim ben? Kol acısı herkes de bu kadar iştah açar mı?

Aç değil, balık programı suya düşüyor. Onun yerine Dokuz Eylüle gidiyoruz. Acilde karşıma çıkan her doktor parmağını dirseğime gömüyor. Ben böyle zulüm görmedim. Uzun uğraşlar sonunda dirseğimde kırık bulunuyor. Alçıya alacak doktor geliyor ama ben hala şüpheliyim, tekrar soruyorum bir yanlışlık olmasın diye. “Sen ciddiye almıyorsun ama şimdiden kayma var, alçı çıkınca ameliyat gerekebilir” diyor. İlk defa ciddiye alıyorum, sanırım gerçekten kırıldı. Kırdıktan sonra 30km daha bisiklet bindiğimi söylemiyorum.

Arkadaşım bütün pazarını bana ayırıyor, bana çok iyi bakıyor. Sevincim uzun sürmeyecek, iki hafta sonra bayramda onunla birlikte olmadığım için cezalandırıldığımı düşündüğünü öğreneceğim. O günkü sessiz görüntünün altında üzüntü değil, zalim bir keyif varmış meğer. Şaşırmıyorum. Bu, ben kürsüdeyken mutluluğuma ortak olup, ertesi gün arkadaşlarına herkese bir madalya dağıtıldığını söyleyerek dalga geçen kişi!