Bu hafta ki Çandarlı turunu Ahmet Bey organize etti. Turun aslı bisiklet binmekten ziyade Ahmet Bey'in balık tutma sevdası üzerine kuruludu diyebilirim. Ahmet Beyin Urla turunda anlattığı, kol kadar kefaller, bacak kadar sazanlar yakaladığı anılarından sonra bizler de yiyici ekip olarak hiç itiraz etmeden düşüyoruz yollara...
Tura, Cumartesi günü, sabah 7.30 Koçtaş’ın önünden katılıyorum. Benim için sürpriz olan uzun zamandır turlarda göremediğim Mehmet Bey’le Çandarlı turunda karşılaşmak. Toplam 9 kişiyiz. Bana kalırsa uzun ve kalmalı turlar için ideal bir çoğunluk.
Uzun turlarda gidişlerimiz hızlı ve problemsiz olur, yine öyle oluyor. Çok güzel organize oluyoruz, çay, çorba ya da börek molası için oturduğumuz yerlerden planladığımız saatlerde kalkıyoruz, hiç lastik patlamıyor. 13.00de Çandarlı’da oluyoruz. Tur planlanırken, mangalda balık düşlemekten olacak, nasıl konaklanacağı konusuna fazla kafa yormadık. Günay abi yormuş: Çandarlı merkezde, bulunduğumuz yere 10km mesafede bir pansiyondan fiyat alınmış. Gece isteyen oraya gidecek. Bir de Ahmet Bey’in Figen ve bana tahsis ettiği 3 kişilik çadırımız var.
Ahmet Bey kamp alanına varır varmaz Bülent beyle bir km ötede ki nehire balık tutmaya gidiyor. Biz balık tutulan yerin çok ıssız ve çok uzak olmasından dolayı plajda kalıp tur yorgunluğunu atmak üzere denize girmeyi tercih ediyoruz. Ellerimizde bira kutuları ile şezlonglara yayılmışken tahminen herkesin düşünce baloncuklarında kol kadar kefaller bacak kadar sazanlar yüzüyor. Bir şeyler atıştırmak için kafeye geçmemizden kısa bir süre sonra Ahmet Bey ve Bülent Bey geliyor yanımıza. Torbadan çıkan iri sayılabilecek bir adet levrek ve birkaç minik kefal akşam yemeğinde karnımızı balıkla doyuramayacağımızın habercisi. Balıklarımızı da alıp markete, akşam için yiyecek bir şeyler almaya gidiyoruz.
Bir grup, alışveriş yapanları dışarıda beklerken, oranın yerlisi genç bir arkadaş balık torbasını görüyor, “buradan çıkan en büyük levrek” diyor hayretle. Tavuklarımızı, domateslerimizi, rakımızı ve tabi ki tatlılarımızı alıp kafeye dönünce iş bölümü yapıyoruz. Ahmet Bey, Günay Abi ve ben çadır kurmaya girişiyoruz, Celal balıkları temizliyor, Mehmet Bey Çandarlı’da kalan bir arkadaşı ile evde gecelemek üzere aramızdan ayrılıyor. Ahmet oturduğu sandalyeden yapılanları seyrediyor, Figen güneşleniyor.
Böyle bir çadırı kurmak normal koşullarda 3 dakika sürer, benim trekking tecrübemle üçümüzün çadır kurması yarım saati buluyor.
Bira ile başladığımız güne, sofrada rakıyla devam ediyoruz. Gece ilerlerken Figen ve Ahmet Bey aramızdan ayrılıp balık tutmaya gidiyorlar tekrar. Halbuki markette ki çocuk o nehirden 25cm lik levreğin çıkmasına bile mucize kabilinden bakmıştı. Gece 23.00 gibi oturduğumuz kafenin sahibi Çandarlı’ya, pansiyona gitmek isteyen varsa götürebileceklerini söylüyor, pansiyonda kalmakta çok ısrarcı davrananlar dahil kimse istekli davranmıyor. Kafenin kapısı üzerinde yazan ilan Bayramla beni cezbediyor: sezon eğlencesi piyanist şantör Gökhan! Göbek atalım diye kıkırdaya kıkırdaya gidiyoruz ama öncesinde içtiğimiz onca bira ve rakıya rağmen havaya giremiyoruz. 12.00de eğlence merkezi kapanınca, elimizde biralarla bizimkilerin yanına dönüyoruz.
Gece 1.30da çadıra giriyorum. Bu, dağcılıktan alışık olduğum uyku tulumlu, matlı bir çadır değil. Çadırı üstüne kurduğumuz zeminden soğuk gelmiyor ama gece yağan çiğ ve rüzgar sayesinde çadırın içi buz gibi. Denize girerken giymek üzere yanımıza aldığımız şort ve askılı blüzler gece için yeterli gelmiyor. Grill deki şişe dizilmiş tavuklar gibi bütün gece döne döne sabahı ediyorum. Yine de dışarıda heder olan erkeklerden daha şanslıyız, çiğ üzerimize yağmıyor.
Sabah 6.00da çadırın etrafında biri dolanıyor, hızlı bir şekilde birkaç kez çadıra vuruyor. Pek hoş bir uyandırma şekli değil. Bizimkilerin şaka olsun diye bizi de kaldırdıklarını sanıyorum, Ahmet’in kendi uyuyamadığı için hırsından bizi uyandırdığını sonradan öğreneceğim. Bazı insanlar içinde iyilik barındırmıyor. Geceyi çok kötü geçirmişler, soğuktan gözlerine uyku girmemiş, sert şezlongun üzerinde yatmaktan herkesin bir yerleri tutulmuş. Bazı şezlongların üzerinde naylon masa örtüleri var, battaniye yerine… Günay Abi ve Ahmet Bey ortalıkta yok. Isınabilmek için çareyi, balık tutulan yerde ateş yakmakta bulmuşlar sabaha karşı. Ateş yanarken Günay abi biraz kestiriyor, söner sönmez sıçrayarak uyanıp “ahmet, ateş söndü” diye sesleniyor. Bu kötü gecenin sonunda aramıza dönmeye kara verdiklerinde Günay Abi yeni yeni doğan güneşin sıcaklığını henüz iliklerinde hissedemeden suya düşüyor. Saat 7de yanımıza geldiğinde sırılsıklam. “Denize düştüm, böylece denize düştüm” diye söyleniyor. Yine de neşeli bir tınısı var sesinin, gülüyoruz hepimiz. Hiç aklında yokken, bütün üşümüşlüğü ile yeniden denize girip duş alması gerekiyor Günay abinin.
Herkes bu kadar olumlu değil, hayatları boyunca pamuklara sarılıp sarmalananlar uyuyamamanın hırsını uyuyabilenlerden çıkarıyor. “beklemeyelim mehmet beyi, adam orda osura osura uyudu bütün gece, onu mu bekleyeceğiz bir de 9.00a kadar. Basıp gidelim” deniyor. Günay abi grubun bölünmesi taraftarı değil ama koskoca adamlar gitmeye karar verdiyse diyecek bir şeyi de yok. Ben de kendi adıma, yol boyunca sızlanıp, provokatörlük yapıp grubun huzurunu kaçırmaması için gruptan ayrılmalarını tercih ediyorum. Ayrılıyorlar…
Mehmet beyin aramıza katılmasını beklerken kahvaltılık malzeme almak için markete gidiyoruz ama 7,30da market kapalı, çaresiz Şakran’da yapmaya karar veriyoruz kahvaltıyı. Yol yapım çalışmasının olduğu yerde bir kez lastik patlamasına rağmen 1 saatte alıyoruz 22km yi. Ama şakrandan kalkar kalkmaz ikinci kez patlayan lastik bizi 40 dakika oyalıyor. Celal’in yanında yedek lastik yok, aramızda yol bisikleti kullanan tek kişi olduğundan kimse ona kendi lastiğini veremiyor. Lastiği tamir etmek mümkün olmayınca 40 dakikanın sonunda Celal yürüyerek, biz bisikletle ilerliyoruz lastikçi bulmak umudu ile. 2 km ileride deniz kenarında bir kamp alanı keşfediyoruz, gölgede bekleme umudu ile içeri giriyoruz. Ahmet Bey Celal'in sorununu halletmek için elektrik bantı buluyor, Figen kamp yeri sahibine çay demletiyor, biz de bir söğüt ağacı gölgesine kuruluyoruz. Yolda yine lastiği çıkarıp takmak zorunda kalan Celalin yürüyerek yanımıza gelmesi 1 saati buluyor. Jantın içi elektrik bantı ile çevreleniyor, iç lastiğin patlak yerleri belirleniyor, zımparalanıyor, yapıştırıcının kuruması için bekleniyor, lastikler yamanıyor, şişiriliyor, yama tutmuyor. Tekrar zımpara, tekrar yapıştırıcı, yapışsın diye masa altına bekletiliyor, yama sıcaktan yine tutmuyor. 2 saat boyunca devam edecek olan bu seremoni sonunda Bayram, her biri en az 4-5 kere yamanmış iç lastikleri zafer edasıyla kaldırıp eskisinden sağlam oldu diye böbürleniyor.
Yola çıkıyoruz, ilk 100metrede lastik yine iniyor, Bayram ve Celal kalıyor biz Aliağa’ya kadar devam ediyoruz. Aliağa’da arkadan gelenleri beklemek için durduğumuzda Celal bir kamyonun içinden el sallayarak geçiyor. Bayram da binmek istemiş kamyona bize yetişmek için ama kamyon şoförü yolda ineceksen hiç binme demiş, almamış onu. Celali kamyonda gördükten 10 dakika sonra Bayram dili dışarıda katılıyor aramıza, bizi bekletmemek için çok basmış.
İzmir’e vardığımızda saat 19.00, o gün kat ettiğimiz yol 80km, bisiklet üzerinde geçen zaman 4 saat, toplam tur süresi 10 saat.